30 Nisan 2015 Perşembe

İSRAİL GEZİ NOTLARIM



            Prof. Dr. Aykut Mısırlıgil’in önderlik ettiği Ankara Üniversitesi Kültür Gezginleri Grubuna dahil 54 kişi, 2-8 Şubat 2014 tarihlerinde 7 gün süreli İsrail gezisine katıldık.

BİRİNCİ GÜN
            Pegasus Havayollarıyla önce Ankara Esenboğa Havalimanından İstanbul Sabiha Gökçen Havalimanına, oradan da Tel Aviv Ben Gurion Havalimanına uçtuk. Royal Tours adlı İsrailli bir turizm firmasının gezimiz boyunca grubumuza ayırdığı havalimanında bekleyen bir otobüse binerek Kudüs’e hareket ettik. Aşağı yukarı bir saatlik yolculuktan sonra, akşam vakti, üç gece kalacağımız Doğu Kudüs’teki Ritz Hotel’e vardık. Otele yerleşip akşam yemeğimizi yedikten sonra rehberimiz Ruti ile birlikte çok uzak olmayan “Eski Kent”e gittik. Şam kapısından girdik, dar sokaklardan geçerek bizim “Ağlama Duvarı”, Yahudilerin ise  “Batı Duvarı” dedikleri duvara kadar gidip dua eden Yahudileri seyrettik. O akşam Ruti bize yol üstündeki Australian Hospice’i de gezdirdi. Burası Avusturyalı rahip ve rahibelerin yönettikleri, özellikle kendi vatandaşları olan hacı ve gezginleri konuk ettikleri bir tür konukevi ya da yurttur. Kudüs’te diğer birçok devletin de buna benzer konukevleri vardır. Hatta Ruti, Kudüs’e tepeden bakan Avusturya Konukevinin terasına çıktığımızda, akşam olmasına karşın kentin ışıkları sayesinde seçilebilen önemli binaları işaret ederken, Alman ve Fransız Konukevlerini de bize gösterdi.
            Rehberimiz Ruti elli yaşlarında, üç çocuklu Türk Yahudi bir bayan. Çifte vatandaş. Hem Türkiye’de hem de İsrail’de oturuyor. İstanbul’un Ortaköy semtinde doğmuş, Saint Benoit Fransız Lisesini bitirmiş, daha sonra İsrail’e gidip Kudüs’te İbrani Üniversitesinde okumuş. Türkçe, İbranice, Fransızca, İngilizce ve Arapça bilen profesyonel bir rehber.  Oğlu biz oradayken düşüp dizini sakatlamıştı; ameliyat olması gerekiyordu; kuşkusuz üzülüyordu ama yine de bunu dışa yansıtmamayı, bizlerden ilgi ve gülümsemesini esirgememeyi başardı. Kızı da askerde. İsrailli diğer kadınlar gibi geri hizmetlerde de olsa 2 yıllık zorunlu askerlik hizmetini tamamlayacak. İsrail’de erkeklerin askerlik süresi ise daha uzun: 3 yıl.

İKİNCİ GÜN
            İkinci günü tamamen Kudüs’e ayırdık.

Kudüs Genel
            Kudüs 800.000 nüfuslu, dünyanın en eski kentlerinden biridir. Uluslararası toplumda kabul görmese de İsrail’in fiili başkentidir. Savunma Bakanlığı hariç bütün bakanlıklar, başbakanlık, cumhurbaşkanlığı, yasama meclisi Knesset Kudüs’tedir. Batı Kudüs’te Yahudiler, Doğu Kudüs’te Araplar ezici çoğunluğa sahiptir.  Kudüs Yahudi ve Hıristiyanların en kutsal, Müslümanlarınsa Mekke ve Medine’den sonra üçüncü kutsal şehridir. Ayrıca İslamiyet’in ilk yıllarında Müslümanların kıblesi de Kudüs’tü.
            “Eski Kent” Doğu Kudüs’tedir ve etrafı surlarla çevrilidir. Surlar Kanuni Sultan Süleyman tarafından onarılmış, yenilenmiş ve bu günkü halini almıştır. Bu nedenle bugün bile bunlara Süleyman Surları denmektedir. Hatta şehrin kuzey surlarının hemen dışından geçen caddenin adı da Sultan Süleyman Caddesi’dir. Surların uzunluğu 4 km, içinde kalan alan ise 1 km2dir.  Bu alan içerisinde birbirlerinden ayrı Müslüman, Yahudi, Hıristiyan ve Ermeni mahalleleri bulunur. Kent surlarının sekiz kapısı vardır:
            Yafa Kapısı, Eski Kent’in ana girişidir. 1538’de Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılmıştır. Eski Yafa-Kudüs karayolunun bittiği yerde bulunan bu kapı Müslüman ve Ermeni mahallelerine açılır. Arabalar Yafa Kapısı ile Kale arasındaki duvarda bulunan geniş bir geçitten Eski Kent’e girerler. Bu geçit ilk olarak 1898’de, Alman İmparatoru II. Wilhelm’in Kudüs’ü ziyareti nedeniyle, arabasının sökülmeden kente girebilmesi için Osmanlı yöneticiler tarafından açılmıştır. Yafa Kapısı’nın çok yakınında bulunan, Osmanlı Döneminde kışla olarak kullanılmış bir bina bugün hala ayaktadır ve İsrail polisinin hizmetindedir. I. Dünya Savaşı sonunda Kudüs’ü kaybeden Osmanlı, şehri bu kapıda İngilizlere teslim etmiştir.
            Herod Kapısı, kuzey duvarından Müslüman Mahallesi’ne açılır.
            Şam Kapısı, kuzey duvarında bulunur. Kudüs kapılarının en görkemlisidir. Müslüman mahallesine açılır ve Arap pazarının başlangıcında olduğu için çok işlektir.
            Yeni Kapı,  nispeten yakın zamanda (1889) yapıldığı için bu adı almıştır. Abdülhamid’in izniyle yapılmıştır.  Kent’in kuzeybatı köşesine yakın bir yerdedir ve Hıristiyan Mahallesi’ne açılır.
            Siyon ya da Davut Kapısı, güneyde yer alır ve doğrudan doğruya Ermeni ve Yahudi mahallelerine açılır. Siyon İbranice olup Kudüs’ün Tevrat’ta geçen ilk adıdır. Siyonizm bu sözcükten türemiştir ve “Kudüs’e dönüş” demektir. Tabi zamanla siyasi bir içerik de kazanmıştır. Kral Davut’un mezarı çok yakındaki Siyon Tepesi’nde bulunduğu için Araplar bu kapıya Davut Kapısı derler. 1967 Altı Gün Savaşı’nda İsrail Güçlerinin içeri girip Eski Kenti ele geçirmek için kullandıkları ana kapılardan biridir. Kapının etrafındaki taşlarda hala mermi izleri durmaktadır.
            Çöp Kapısı, güney duvarında bulunan bu kapı Tapınak Tepesi’ne, dolayısıyla Ağlama Duvarı’na (Batı Duvarı) en yakın kapıdır. İkinci yüzyıldan itibaren çöpler kent dışına buradan çıkarıldığı için Çöp Kapısı adını almıştır.
            Aslanlı Kapı, doğu duvarında olup Çile Yolu’na (Via Dolorosa) götürür. Kapının tepesine yakın bir yerde,  ikisi sol tarafta,  ikisi sağ tarafta olmak üzere dört aslan figürü vardır. Altı Gün Savaşı sırasında 55. Paraşüt Birliğinden askerler Tapınak Tepesi’ni almak için bu kapıdan girmiş, daha sonra da Eski Kent’in üzerinde İsrail bayrağını dalgalandırmışlardır.
            Altın ya da Merhamet Kapısı, Eski Kent’in doğu yakasındadır ve Zeytin Dağı’na bakar. Bu kapı geç Bizans Döneminde yapılmıştır. Yahudi inancına göre Mesih bu kapıdan Kudüs’e girecektir. Bunu önlemek için Müslümanların Sultan Süleyman zamanında kapıyı taşla örerek kapattıkları söylenir.


Zeytin Dağı'ndan Eski Kudüs'ün görünüşü

Zeytin Dağı
            İkinci günkü Kudüs gezimize Zeytin Dağı’ndan başladık. Otobüsle önünden geçtiğimiz sırada Ruti bir binaya dikkatimizi çekti. Bu, I. Dünya Savaşı’nda Filistin’deki IV. Ordunun Komutanı Cemal Paşa tarafından karargâh olarak kullanılan bir binaydı. Karargâha çevrilmeden önce cüzzam hastanesi imiş. Şimdi de devlet hastanesi olarak hizmet veriyor. İsrail’de özel hastane yok, bütün hastaneler devletin.
            İlk molayı Zeytin Dağı’nın Kudüs’e bakan yüzündeki tepeye yakın seyir teraslarında verdik. Terasların hemen altından başlayarak aşağıya ve güneye doğru uzanan ağaçsız, büyük bir Yahudi mezarlığı var. Bu dünyadaki en eski Yahudi mezarlığı olup tarihinin 4.000 yıl geriye gittiği söyleniyor ve hala kullanılıyor. Zekeriya Peygamber, Davut’un asi oğlu Abşalom ve pek çok tanınmış Yahudi’nin yattığı mezarlıkta 150.000 mezar bulunuyor. Karşıda ise bütün görkemiyle Eski Kent duruyor. Kubbet-üs-Sahra’nın sarı kubbesi ben buradayım dercesine parlıyor. Kubbet-üs-Sahra’nın bulunduğu Tapınak Tepesi’nin yüksekliği 740 m, Zeytin Dağı’nınki ise 826 m’dir. İki dağ arasındaki Kidron Vadisi kuzeyden güneye doğru uzanıyor, daha sonra yavaş yavaş 1200 metre alçalarak ta Ölü Deniz’e kadar devam ediyor. Toplam uzunluğu 32 km.
            Kidron Vadisi, Kudüs’te Yahudilerce en kutsal sayılan yerlerden biridir. II. Tapınak Romalılar tarafından yıkıldıktan sonra, Tapınak Tepesi’ne çıkmalarına izin verilmediği için, Kudüslüler, bu vadide bulunan Zekeriya Peygamber’in mezarı başına giderek yas tutar, dua ederlermiş. Ayrıca, Mesih’in burada ortaya çıkacağına, o zaman mezarlıktaki ölülerin dirileceğine ve böylece Altın Çağ da denilen Mesih Çağı’nın başlayacağına inanılmaktadır. Dinî kaynaklara göre, Mesih, sürgündeki Yahudileri İsrail’e getirmek, Kudüs’ü eski günlerine döndürmek suretiyle Yahudi halkının siyasi ve manevi kurtuluşlarını sağlayacak;  İsrail’de,  hem Yahudiler hem de Yahudi olmayanlar için dünyanın merkezi olacak bir hükümet kuracak; Tapınak’ı yeniden yaparak ibadete açacak; şeriat mahkemesini yeniden kurarak Yahudi hukukunu ülkenin hukuku yapacaktır.  Mesih çağında herkes barış içinde birlikte yaşayacak; kin, nefret ve savaş olmayacak; bolluk ve bereket olacaktır.
            Yahudi kaynaklarında kıyamet gününde bütün dünya milletlerinin yargılanacakları yer olarak geçen Josaphat Vadisi’nin de Kidron Vadisi olduğu söylenmektedir. Buna göre kıyamet günü ölüler dirilecek, vadinin üzerine mucizevi bir köprü kurulacak, doğrular Tapınak Tepesi’ne onun üzerinden geçerek gideceklerdir.
            Kidron Vadisi Hıristiyanlar için de kutsaldır. İsa, Hamursuz Bayramı dolayısıyla yaptığı son ziyaretinde Kidron Vadisi’nden ve Altın Kapı’dan geçerek Kudüs’e girmiştir. Dahası, İsa, Son Akşam Yemeği’nden sonra Kidron Vadisi’nin başlangıcında bulunan Getsemani Bahçesi’nde tutuklanmıştır.

Getsemani Bahçesi
            Seyir teraslarından sonraki durağımız Getsemani Bahçesi oldu. Getsemani “yağ presi” anlamına geliyor. Bu da eskiden orda yağ çıkarıldığını gösteriyor. Zeytin Dağı’nın dibindeki Getsemani Bahçesi İsa’nın Romalı askerler tarafından tutuklandığı yerdir.
            Halen bahçede çok yaşlı, gövdeleri yarılmış, kurumaya yüz tutmuş zeytin ağaçları var. Bu ağaçların İsa’nın tutuklanmasına tanıklık ettikleri söylenir. Ancak, İtalyan Ulusal Araştırma Kurumu, 2012 yılında, bahçede bulunan en yaşlı üç zeytin ağacının en yaşlı kısımlarını karbon testine tabi tutarak bunların dikim tarihlerinin MS 1092, 1166 ve 1198 olduğunu saptamıştır. Dolayısıyla, bugüne kadar bilinen en yaşlı ağaçlar arasında sayılmalarına karşın, bunların yaşlarının 900 civarında olduğu anlaşılmıştır. Öte yandan, bu ağaçlara uygulanan DNA testi bunların anaçlarının aynı olduğunu göstermiştir. O halde denilebilir ki,  bu ağaçların kendileri değilse de anaçları, “olay gerçekse ve orada gerçekleşmişse”, İsa’nın tutuklanmasına tanıklık yapmış olabilirler.
            İsa otuz yaşlarına doğru Mesih olduğunu bildirir. Önce memleketi Celile’de sonra Kudüs’te vaaz vermeye başlar. Daha ziyade ezilmiş, fakir insanlara seslenir. Onların acılarını hafifletmeye, katı Yahudi kurallarını yumuşatmaya çalışır. Zamanla vaazlarına ilgi artar. Ancak kendisinin Mesih olduğuna inanmayan Yahudiler İsa’yı Romalı Kudüs Valisi Pontius Platus’a şikâyet ederler. Havarilerinden Yahuda da ona ihanet eder. Luka’ya göre “Şeytan Yahuda’nın kalbine girer.” O da gider, başkâhin ve tapınak koruyucularının komutanlarıyla İsa’yı nasıl ele verebileceğini görüşür. Onlar buna sevinirler ve Yahuda’ya 30 gümüş dinar verirler. O da bunu kabul eder ve İsa’yı ele vermek için tenha bir yer ve zaman kollar. Hamursuz Bayramı’nda bir evde Akşam yemeği yedikten sonra (Son Akşam Yemeği) İsa bazı havarileriyle birlikte Getsemani’ye gider, dua eder, sonra da bir taşın üzerinde uyur. Havariler de uyurlar. Yahuda’nın askerlerle birlikte bahçeye girmesi üzerine uyanırlar. Yahuda İsa’ya doğru gider ve onu öper. Bu, bahçedekilerden hangisinin İsa olduğunu askerlere göstermek için önceden kararlaştırılmış bir hiledir. Bu sayede İsa’nın kim olduğunu öğrenen askerler onu tutuklayıp yargılamak üzere Antonio Kalesi’ne götürürler. Havariler ise korkup kaçarlar. Yahuda’ya gelince, ihanetinden dolayı sonradan pişman olur, vicdan azabına dayanamayıp intihar eder.
            Şimdi İsa’nın uyuduğu varsayılan taşın üzerinde bir kilise var: The Church of All Nations (Tüm Ulusların Kilisesi). Şunu belirtmem gerekir ki, diğer birçok konuda olduğu gibi, İsa’nın ihanete uğradığı gece dua ettiği bahçenin yeri hakkında da Hıristiyan dünyasında bir görüş birliği yoktur. Kimilerine göre, Getsemani, Bakire Meryem’in mezarının bulunduğu bahçedir. Yunan ve Rus Ortodoksları da civarda kendi Getsemani’lerini bulmuşlar ve oralara Yunan Ortodoks Bethphage Kilisesi ile Rus Ortodoks Maria Magdelana Kilisesi’ni kondurmuşlardır.


Getsemani Bahçesi

Hipi Kılıklı İki Çalgıcı
            Getsemani Bahçesi’ni ziyaret ettikten sonra Kidron Vadisi’nin karşı yakasındaki Eski Kent’e doğru hareket ettik. İlk ziyaret etmek istediğimiz Ağlama ya da Batı Duvarı’na gitmek için ona en yakın sur kapısı olan Çöp Kapısı’ndan geçtik. İçeride daha beş on adım ancak atmıştık ki, çalgı çalıp şarkı söyleyen hipi kılıklı iki kişiye rastladık. Birinin omuzunda darbukaya, diğerinin omuzunda saksafona benzeyen bir çalgı ile yine her birinin omuzunda adının sonradan “şofar” olduğunu öğrendiğim iri boynuzdan yapılmış birer boru vardı. Durup şarkılarını dinledik. Grubumuzdan kendisini müziğin havasına kaptırıp oynayanlar bile oldu. Çalgıcıların oradaki varlık nedenini ise Ruti’den öğrendik:  
            Yahudilere göre 13 yaşında yetişkinliğe geçiliyor ve çok önemli görülen bu olay dolayısıyla törenler yapılıyormuş. Kudüs’te oturan bazı Yahudiler de bu törenleri Batı Duvarı’nda yapıyorlarmış. Bizim rastladığımız çalgıcılar, yetişkinliğe geçiş töreni için Batı Duvarı’na gelenleri bekliyorlar, isteyenlere para karşılığında eşlik edip onları eğlendiriyorlarmış.
            Çalgıcıların omuzlarındaki “şofar” denilen boruları da çok ilginç bulduğumu söylemeliyim. Koç, keçi ya da antilop boynuzundan yapılan şofarlar,  bu iş için özel eğitim almış kişiler tarafından özel bir nota ile Roşaşana ve Yom Kipur bayramlarında çalınırmış. Ruti’nin dediğine göre, eskiden, toplu ibadet için halkı tapınağa çağırmak amacıyla da kullanılırlarmış. Bizdeki ezan yerine yani.
            Ağlama duvarına geçmeden önce, bir Yahudi’nin hayatında çok önemli bir yer tutan yetişkinliğe geçiş ve sünnet konularına kısaca değinmek istiyorum.

Yetişkinliğe Geçiş
            Bu konuyu iyi anlayabilmek için önce Bar Mitzva ve Bat Mitzva kavramlarını bilmek gerekiyor.
            Bar Mitzva erkek çocuklar, Bat Mitzva da kız çocuklar için yetişkin yaşa gelme anlamına geliyor, ancak bunlar genelde geçiş dönemi törenlerini anlatmak için kullanılıyor.
            Yahudilerde, otomatik olarak, oğlanlar 13 yaşına varınca Bar Mitzva, kızlar da 12 yaşında Bat Mitzva kabul ediliyorlar. Ancak günümüzde bu geçiş dönemlerinde kutlamalar da yapılıyor.
            Bar Mitzva olacak çocuk sinagogda Tevrat'ın bir parçasını ayine katılan dinleyiciler önünde okuyor. Ortodoks Museviliğinde kız çocuklarının sinagogda Tevrat’ı okumaları yasak olduğu için Bat Mitzva törenlerinde Tevrat’ı okumaları yerine vaaz vermeleri yeğleniyor.
            Günümüzde,  Bar Mitzva, bir kişinin her konuda tam bir yetişkin gibi davranacağı, çalışma hayatına atılabileceği, kendi başına yaşayabileceği veya evlenip çoluk çocuk sahibi olabileceği anlamına gelmiyor, ancak o kişinin buluğ çağına eriştiğini,  bundan böyle hareketlerinden kendisinin sorumlu olacağını ifade ediyor.
            Yahudilikte 613 tane “yap-yapma” kuralı vardır. Çocuklar bunları uygulamakla yükümlü olmamakla birlikte yetişkinliğe hazırlanmaları bakımından bunları öğrenmeleri ve uygulamaları özendirilir. Ancak, Bar Mitzva ya da Bat Mitzva olduktan sonra bu kurallara uymakla yükümlüdürler.

Sünnet
            Bir Yahudi için en az Bar Mitzva kadar önemli olan bir diğer olay da sünnettir. Öyle ki, geçmişte, beden güzelliğine çok önem veren Romalılar, bedenlerini eksiltiyorlar diye Yahudilere sünneti yasakladıkları zaman başkaldırılar bile olmuştur. Yahudilikteki bütün emirler, yükümlülükler arasında evrensel olarak en çok uygulananı sünnettir. Dinin başka hiç bir şartını uygulamayan en laik Yahudiler bile hemen her zaman sünnet kurallarına uyarlar. 
            Sünnet, çocuk sekiz günlük olduğunda, gün içinde yapılır. Diğer dinî emirler, yükümlülükler gibi, sünnet de sağlık nedenleriyle ertelenebilir. Sünnet, bu kanunu bilen, bu konuda eğitim almış ve cerrahi konularda deneyimli, dini bütün bir Yahudi olan bir "Moel" tarafından yapılır. Yahudi olmayan bir doktorun yaptığı sünnet, haham onu kutsasa da geçerli bir sünnet değildir, çünkü derinin kesilmesi işlemi dindar, dini bütün bir Yahudi’nin yapması gereken dinsel bir törendir.

Ağlama ya da Batı Duvarı
            Bizim daha ziyade Ağlama Duvarı olarak bildiğimiz duvara Yahudiler Batı Duvarı diyorlar. Hz. Süleyman (MÖ 970-931) Kudüs'te Moriah Dağı üzerinde bir tapınak yaptırıyor. Bu tapınak MÖ 587 senesinde Babil Kralı Nebukadnezar tarafından yıkılıyor ve Yahudiler Babil'e sürülüyorlar. Daha sonra Persler Babil'i alıyor ve Yahudilerin Kudüs'e dönmelerine izin veriyorlar. Dönen Yahudiler eski tapınağın yerine yeni bir tapınak yapıyorlar (MÖ 520-515). Bunu da MS 70'de Romalılar yıkıyor ve Yahudileri onlar da sürüyorlar. İşte Ağlama Duvarı denen şey bu II. Tapınak’ın yıkılmadan kalan batı duvarı, daha doğrusu istinat duvarıdır. Yahudiler, kutsal saydıkları için, önünde durup dua ediyorlar. "Ağlama Duvarı" terimini kendi inanç sistemlerine uygun olarak Hıristiyanların uydurduğunu söylüyorlar.


Ağlama Duvarı

            Ağlama Duvarı’nın uzunluğu 485 metre, yüksekliği ise yerden itibaren 18 metredir. Tapınak’ın yüksekliğinin 12 metre olduğu bilindiğine göre duvarın yüksekliği ondan 6 metre daha fazladır. Zaten Ağlama Duvarı’nın Tapınak’ın duvarı olmaktan ziyade bir istinat duvarı olduğu söyleniyor. Duvarın yerin üstünde kalan kısmında 24, yerin altında kalan kısmında ise 19 sıra taş var. Taşlardan bazıları 12 metre uzunluğunda, 1 metre yüksekliğinde ve aşağı yukarı 100 ton ağırlığındadır.
            Ağlama duvarına girerken, İsrail askerlerinin yaptığı denetimden geçmek gerekiyor. Denetimden sonra kadınlar sağ yandaki küçük alana, erkekler ise sol yandaki nispeten daha geniş alana giriyorlar. Kadınların, bir mabede girilirken nasıl giyinilmesi gerekiyorsa öyle giyinmeleri isteniyor. Kendilerine ayrılan alanlara giren kadın ve erkekler duvarın önüne varıp dualarını ediyor, dilekleri varsa bir kâğıda yazıp duvarın taşları arasına sıkıştırıyorlar.
            Duvar konusuna son noktayı koymadan önce şunu da ekleyeyim: Müslümanlar, Ağlama Duvarı’na Burak Duvarı diyorlar. Bu, Muhammed’in miraç için Mescid-i Aksa’ya gittiğinde Burak adlı atını bu duvara bağladığı varsayımından hareketle olsa gerektir. Oysa, Mescid-i Aksa yerleşkesinin içerisinde, El-Aksa Camisi’ne yakın bir yerde, Muhammed’in atını bağladığı yer olarak ziyarete açılan, yer seviyesinin altında, aynı zamanda ziyaretçilerin namaz kıldığı mescit biçiminde bir oda var. Hatta bu odanın güneye bakan duvarının orta yerine at bağlamaya mahsus simgesel bir madeni halka da tutturulmuş.

Mescid-i Aksa
            Ağlama Duvarı’ndan sonra Memlûk Kapısı’ndan geçerek Mescid-i Aksa’ya girdik. Burada da polis denetiminden geçtik. Ayrıca, Müslüman bir görevli, girenlerin, özellikle de kadınların giyimlerine bakıyor, uygun olmayanları uyarıyor, onlar da kıyafetlerini istendiği biçimde ayarladıktan sonra içeri geçiyorlar.


Mescid-i Aksa Camisi

            Mescid-i Aksa, Moriah Dağı ya da Tapınak Tepesi’nin üzerindeki yerleşkenin tamamına verilen isimdir. Harem'üş-Şerif ya da Beyt'ül Mukaddes de denir. 440 dönümlük bir alanı kaplar. Müslümanlar için Mekke ve Medine’den sonra en kutsal üçüncü mekândır. Kubbet-üs-Sahra bu yerleşke içindeki yapılardan biridir. Yapının güneyinde El-Aksa ya da Mescid-i Aksa Camisi bulunur.
            Kubbet-üs-Sahra, Müslümanların Muallak Taşı, Yahudilerin ise “Başlangıç Taşı” dedikleri, İbrahimi dinlerce kutsal sayılan bir taş üstüne, Emevî halifesi Abdülmelik devrinde 687-691 yılları arasında inşa edilmiş, ortası kubbeli, sekizgen biçiminde bir binadır. Binanın iç yüzeyi ve kubbesi Kur'an sureleri ve çeşitli motiflerle süslenmiştir.
            Muallak Taşı, Kubbet-üs-Sahra’nın tam ortasındadır. Taş dense de, bu, aslında geniş bir yer işgal eden koskoca bir kayadır. Altında binanın içinden girilen küçük bir mağara vardır. Müslüman inancına göre, Muhammed bir gece Burak adlı atıyla Mekke’den Mescid-i Aksa’ya gelmiş, burada diğer peygamberlere namaz kıldırmış, daha sonra da Allah’tan talimat almak üzere bu taş üzerinden miraca çıkmıştır. Ayrıca, Mescid-i Aksa, Hicret’ten 17 ay sonrasına kadar Müslümanların kıblesi olmuştur.


Muallak Taşı’nın  altındaki mağara

            Yahudiler de kendi deyişleriyle “Başlangıç Taşı”nı kutsal sayarlar. Yahudi inancına göre, Kral Süleyman zamanında burada yaptırılan I. Tapınak’ta, içine Ahit Sandığı’nın konulduğu “Kutsallar Kutsalı”, bu taş üzerinde bulunmaktaydı. O nedenle, Yahudiler ibadet ederlerken yönlerini bu taşa doğru çevirirler. Tanrı Yehova'nın tarifi ile, Musa peygamber tarafından akasya ağacından yapıldığına inanılan ve Kudüs'ü İsrail Krallığı'nın başkenti yaptıktan sonra Davut tarafından Kudüs’e getirilen, içinde On Emir Tabletleri ile çeşitli dinî objelerin bulunduğu Ahit Sandığı, MÖ 587’de Babilliler Tapınak’ı yıkınca ortadan kaybolmuştur. Çok aranmasına karşın o günden bugüne kadar hala bulunamamıştır.
            Muallak ya da Başlangıç Taşı’na ilişkin bir başka öykü de İbrahim’le ilgilidir. Tevrat’a göre Tanrı kendisinden korkup korkmadığını denemek için bir gün İbrahim’e oğlu İshak’ı Moriah Dağı’na götürerek kurban etmesini buyurur. O da emre uyup dağa çıkar, bu taşın üzerine oğlunu yatırır, tam onu kurban etmek üzereyken Tanrı’nın meleği İbrahim’e: “Şimdi biliyorum ki Tanrı’dan korkuyorsun,” diyerek onu durdurur. Tam o sırada İbrahim yakındaki çalılara takılmış bir koç görür ve İshak yerine o koçu kurban eder. 
                Rehberimiz Ruti’nin dediğine göre, Yahudilikte sünnet de bu olayla ilişkilendirilmektedir. Tanrı İbrahim’e oğlunu bağışlamıştır, ama bir de şart koşmuştur: Bundan böyle onun soyundan gelen erkekler bedenlerinden bir parçayı kesip atacaklardır.
            Yukarıdaki inanışlara ek olarak, Mesih’in Dünya'ya indiğinde insanları bu taş üzerinden doğru yola çağıracağı da rivayet edilmektedir.
            Taşın havada durduğu inancı Türkler arasında çok yaygındır. Hatta,  Evliya Çelebi Seyahatname adlı eserinde Muallak Taşı'nı havada gören hamile kadınların hayretten,  şaşkınlıktan ve dehşetten çocuklarını düşürdüklerini söylemektedir. Ancak, bu durumun, İslam sonrası ortaya çıkmış İslam dışı bir inanç olduğu görüşü bilim çevrelerinde hâkimdir.
            Haçlıların 1099 tarihinde Kudüs'ü Müslümanlardan almalarından sonra Kubbet-üs-Sahra kiliseye çevrildi ve binada çeşitli değişiklikler yapıldı. Binanın kuzeyine Hıristiyan din adamları için hücreler eklendi. Kubbesine haç yerleştirildi, kubbenin altındaki mağaraya ikonalar kondu. 1187'de Selahaddin Eyyubi'nin Kudüs'ü fethinden sonra Haçlılar Döneminde yapılan değişikliklerin büyük bir kısmı kaldırıldı.


Kubbet-üs-Sahra

            Tarih boyunca bölgeye hâkim olan Müslüman hükümdarlar Kubbet-üs Sahra'ya büyük saygı gösterip binanın bakımı ve onarımı ile yakından ilgilendiler. Kubbet-üs Sahra Eyyubi ve Memlûk sultanları tarafından çeşitli tarihlerde onarıldı. Kanuni Sultan Süleyman zamanında, Kubbet-üs Sahra büyük bir onarımdan geçirildi ve dış cephesi çinilerle kaplandı. Osmanlı padişahlarından III. Murat,  I. Abdülhamid,  II. Mahmud,  Sultan Abdülmecid,  Sultan Abdülaziz ve II. Abdülhamid devirlerinde de onarıldı.  II. Abdülhamid, binanın zeminini İran halıları ile döşetti, binanın ortasına büyük bir avize astırdı ve eskiyen çinilerini yeniletti. 1927’de Filistin’de meydana gelen depremde önemli ölçüde hasar gören Kubbet-üs Sahra,  Ürdün ve diğer Arap ülkeleri ile birlikte Türkiye'nin katkıları ile esaslı bir şekilde onarıldı. Ürdün Kralı Hüseyin,  1998'de Kubbet-üs Sahra'nın kubbesinin bakımı ve tamiri için 8,2 milyon dolar bağışladı.
            Mescid-i Aksa yerleşkesinde 144 dönümlük bir alanı kaplayan Mescid-i Aksa ya da El-Aksa Camisi, başlangıçta Halife Ömer tarafından yaptırılmış küçük bir mescitti. Daha sonra bunun yerine Emevî halifesi Abdülmelik tarafından daha geniş bir cami yapıldı. 746’daki bir depremden sonra bu cami tamamen yıkıldı ve yerine Abbasi halifesi Mensur tarafından 754’de yenisi yapıldı. 1033’de başka bir deprem bu caminin büyük bölümünü yıktı ve iki yıl sonra Fâtimî halifesi Zahir onun yerine bugüne kadar ayakta kalan başka bir cami yaptı. Zaman zaman yapılan yenileme çalışmaları ile dönemin iktidarları camiye ve çevresine kubbe, yüz, minber, minare, içyapı gibi yeni yapılar eklediler. 1099’da Kudüs’ün Haçlılar tarafından ele geçirilmesinden sonra cami saray ve kilise olarak kullanıldı, fakat Selahaddin Eyyubi tarafından Kudüs geri alınınca tekrar eski haline getirildi. Eyyubiler, Memlûklar, Osmanlılar, İngiliz Mandası Döneminde Yüksek İslam Konseyi ve daha sonra Ürdün tarafından daha birçok yenileme, onarım ve eklemeler yapıldı.
            Mescid-i Aksa külliyesinde, Kubbet-üs-Sahra ve El-Aksa Camisi dışında, açık hava minberleri ve sebiller gibi çoğu Memlûklar ve Osmanlılardan kalma daha bir çok yapı bulunmaktadır. 
            Bugün Eski Kent İsrail’in denetimi altındadır, ancak Mescid-i Aksa külliyesinin bakım ve idaresi Ürdün ve Filistin hükümetlerince finanse edilen İslam Vakfı tarafından yürütülmektedir. Bu işlerde 300 kişi çalışmaktadır. Bize orada Mescid-i Aksa Camisi hakkında Türkçe olarak bilgi veren, 1980 yılında Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümünü bitirmiş olan Ürdün asıllı Muhammed Amira da bu 300 kişiden biridir.

Memlûklar
            Mescid-i Aksa’dan çıktıktan sonra o civardaki Memlûklardan kalma birkaç yapıya baktık. Memlûklar gerek Mescid-i Aksa’da, gerek Kudüs’ün başka yerlerinde güzel eserler bırakmışlar.
            Memlûk sözcüğü Arapçada köle demektir.  Moğolllara esir düşen ve Mısır Devleti’ne satılan Kafkasya kökenli Türk (Kıpçak Türkü), Çerkez ve Gürcü köleler Memlûk askerleri olarak yetiştirildiler. İçlerinden yetenekli olanlar, üst düzey kamu görevlerine de getirildiler.
            Memlûklar, 1249 yılında kanlı bir ayaklanmayla Eyyubi sultanı Turan Şah'ı devirerek iktidarı ele geçirdiler ve bugünkü Mısır ve Suriye'de Memlûk Sultanlığını kurdular.
            Yavuz Sultan Selim, önce Memlûk sultanı Kansu Gavri’yi 1516’da Mercidabık’ta, sonra da onun yerine sultan olan Tomanbay’ı 1517’de Ridaniye’de yenerek Memlûk Sultanlığına son verdi.
           
            Memlûklar:
            1260 yılında, Mısır sınırlarına dayanan Moğol ordularını Ayn Calut denilen bölgede yenerek Moğol akınlarını durdurdular.
            1261’de halifeliği, Bağdat'tan Kahire'ye taşıdılar.
            1291 yılında Akka'yı Haçlılardan geri alarak onları Ortadoğu’dan kesin olarak attılar.
            Düzeni sağlamak ve bir dizi düzenleme yapmak suretiyle Mısır’ı yeniden önemli bir ticaret yolu haline getirdiler.
            Memlûk Sultanlığında resmi yazışmalar Arapça olsa da askeri dil çoğunlukla Türkçeydi (Memlûk Kıpçakçası). Sultanların tamamının adlarının Türkçe olması da dikkat çekicidir: Aybeg, Baybars, Kayıtbay, Kansu, Tomanbay gibi.
            Memlûklar büyük bir uygarlık kurdular, pek çok konuda Osmanlının önüne geçtiler ve ona öncü oldular. Moğol istilası sebebiyle Orta Asya’dan kaçan bilim adamlarını kabul ettiler. Kahire, Halep ve Şam’da büyük medreseler kurdular.

Hürrem Sultan Külliyesi
            Memlûk eserlerini inceledikten sonra, Kanuni’nin karısı Hürrem Sultan’ın yaptırdığı bir imaret ile bir medreseden oluşan külliyeyi de gezdik. Binalar hala sapasağlam ayaktalar, ancak işlevleri değişmiş: İmaret şimdi marangozhane, medrese de orta dereceli bir yetimler okulu olarak kullanılıyor. Okulun tabelasında İngilizce olarak “Islamic Orphanage Secondary School” yazıyor. Aynı ifade Arapça olarak da tabelada yer alıyor.

Via Dolorosa (Çile Yolu)
            Şimdi sıra, İsa’nın sırtında çarmıhla yürütüldüğü Via Dolorosa denilen ve Hıristiyanların hacı olmak, turistlerin görmek için mutlaka geçtikleri Çile Yolu’na geldi.
            Çile Yolu (Via Dolorosa) Müslüman Mahallesi’ndeki Aslanlı Kapı’nın yanından başlar, 500 metre ve 14 durak gittikten sonra Hıristiyan Mahallesi’ndeki Kıyamet Kilisesi’nde (the Church of the Holy Sepulchre)  son bulur. Çile Yolu, iki yanında yiyecek ve turistik eşya satan dükkânların bulunduğu kalabalık sokaklardan geçtiğinden, ne yazık ki, dua etmek ve düşünceye dalmak için pek de uygun bir yer değildir.
            Çile Yolu’ndaki 14 durağın her birinde bir levha asılıdır, ancak bu küçük levhalar uzaktan güçlükle fark edilebilir. Durakları kaçırmamak için en iyi yol, yürüyüşü rehber eşliğinde yapmak ya da önceden hazırlık yapmaktır.
            İsa yakalanıp Antonio Kalesi’ne götürüldükten sonra, halkı ayaklanmaya kışkırtmaktan dolayı alelacele yargılanıp ölüme mahkûm edilmiştir. Sorgu sırasında kendisine, “Sen kral mısın?” diye sorulduğunda,  Mesih aynı zamanda bir kral olduğu için, “Evet” diye yanıt vermiş, ancak bu yüzden, onunla alay etmek maksadıyla başına dikenden bir taç takılmış, sırtına da gerileceği çarmıh yükletilerek infazının yapılacağı kent dışındaki Golgotha Tepesi’ne doğru yokuş yukarı yola çıkartılmıştır. Yolda, yorulduğu, düştüğü için ya da başka nedenlerle 14 yerde durmak zorunda kalmıştır. İsa’yı ölüme götüren 14 durakta olanlar:
            1. durak: İsa’nın Pontius Pilatus tarafından mahkûm edildiği yer.
            2. durak: İsa’nın çarmıhı omuzuna aldığı yer.
            3. durak: İsa’nın çarmıhın ağırlığı altında ilk kez düştüğü yer.
            4. durak: Meryem’in oğlunu çarmıhıyla birlikte geçerken izlediği yer.
            5. durak: Simon of Cyrene’nin Romalı askerler tarafından İsa’ya çarmıhı taşıması için yardım etmeye zorlandığı yer.
            6. durak: Azize Veronica’nın mendiliyle İsa’nın yüzünü sildiği ve İsa’nın yüzünün bir suretinin mendile geçtiği yer.
            7. durak: İsa’nın ikinci kez düştüğü yer.
            8. durak: İsa’nın kendisi için ağlayan Kudüslü kadınları teselli ettiği ve onlara “Benim için ağlamayın, Kudüs için ağlayın!” dediği yer.


Via Dolorosa 8. durak

            9. durak: İsa’nın üçüncü kez düştüğü yer.
            10. durak: İsa’nın soyulduğu yer. 
            11. durak: İsa’nın çarmıha çivilendiği yer.
            12. durak: İsa’nın çarmıhta öldüğü yer.
            13. durak: İsa’nın çarmıhtan indirildiği yer.
            14. durak: İsa’nın mezara konduğu yer.
            8. duraktan sonra sur dışına çıkılıyor. Daha 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar tüm Kudüs sur içindeymiş. Elbette kuruluşundan başlayarak kent genişledikçe surlar da daha dışarıya alınmıştır. Ancak sur dışındaki ilk mahalle Yahudi göçmenler tarafından 1860’da kurulmuştur.


Kıyamet Kilisesi

            10-14. durakların hepsi Kıyamet Kilisesi’nin içindedirler. Kıyamet Kilisesi ilk olarak Roma imparatoru I. Konstantin’in annesi Helena tarafından MS 326 yılında İsa’nın çarmıha gerildiği yer olduğuna inanılan Golgotha Tepesi’nde yaptırılmıştır. O günden bugüne kadar Haçlılar Dönemi başta olmak üzere çeşitli dönemlerde birçok kez genişletilmiş ve onarılmıştır. Bugün Kudüs Rum Ortodoks Patrikliğinin merkezi olarak hizmet etmesinin yanında birçok başka kilise tarafından da ortak olarak kullanılmaktadır. İsa’nın hem çarmıha gerildiği hem de gömüldüğü bir yerde kurulduğu için Hıristiyan dünyasının en kutsal mekânıdır.



Kıyamet Kilisesi'nde  İsa'nın Mezar Odası

Beytlehem
            Akşama doğru Beytlehem’e vardık.
            Beytlehem Kudüs’ün merkezinden aşağı yukarı 10 km uzaklıkta Filistin Yönetimi’ne bağlı bir kenttir. “Ekmek kapısı” anlamına gelir. İsa’nın doğum yeridir. Beytlehem aynı zamanda Davut’un da şehridir.  Peygamber Şamu’el, İsrail’in kralı olması için kutsal yağ sürerek Davut’u orada kutsamıştır.
            Bugün Bethlehem’in içinde ve çevresinde çoğunluğu Müslüman olan 70.000 civarında insan yaşar, ancak çoğu Ortodoks olan önemli miktarda Hıristiyan da vardır. Hıristiyanlarca dünyadaki en kutsal mekânlardan biri olan Doğuş Kilisesi’ne (Church of Nativity) ev sahipliği yapar. Bu nedenle Beytlehem de Nazareth ve Kudüs gibi Hıristiyanlarca haç yeri olarak kabul edilir. Doğuş Kilisesi, Roma'nın ilk Hıristiyan İmparatoru I. Konstantin'in annesi Helena tarafından İsa'nın doğduğu yer olduğuna inanılan mağaranın üstüne kurulmuştur. MS 339’da tamamlanan kilise MS 529’daki Samiri İsyanları sırasında yakıldığından Bizans İmparatoru Jüstinyen tarafından 565’de aslına bağlı kalınarak yeniden yaptırılmıştır. Daha sonraları da çeşitli yapılar eklenmiş ve birçok kez onarılmıştır. Doğuş Kilisesi sit alanı, UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ne alınan Filistin Yönetimi’ndeki ilk sit alanıdır.
            İsa’nın Beytlehem’de doğmasıyla ilgili iki farklı rivayet vardır. Birinci rivayete göre, o zaman bölgeye egemen olan Romalı yöneticiler bir nüfus sayımına karar verirler. Sayımda herkes kendi memleketine gidecek, orda sayılacaktır. Meryem’in kocası Yusuf Nazareth’tedir, ama Beytlehemlidir. Yusuf gebe olan ( İncil’e göre Kutsal Ruh’tan) karısı Meryem’i de yanına alır,  sayım için Beytlehem’e gider ve İsa orada doğar. İkinci rivayete göre ise, Yusuf Beytlehem’e doğumdan önce Nazareth’den gelmez, çünkü zaten oradadır.  İsa doğunca,  kâhinler Yahudilerin kralı olacak bir çocuğun Beytlehem’de dünyaya geldiğini haber verirler. Bunu duyan Roma’nın atadığı Yahudi Kralı Herod tedirgin olur ve Beytlehem’deki  2 yaşın altındaki bütün çocukların öldürülmesi emrini verir. Yusuf bir meleğin yardımıyla Meryem’i ve İsa’yı alarak Mısır’a kaçar. Ancak Herod öldükten sonra Judea’ya (Yahudiye) döner ve Nazareth’e yerleşir.


Doğuş Kilisesi

            Doğuş Kilisesi’nin altında bulunan Doğuş Mağarası, 12 metre uzunluğunda, 3 metre enindedir. Meryem’in doğum yaptığı yerde 14 köşeli bir Beytlehem yıldızı vardır. Üzerinde de “Hic de Virgine Maria Jesus Christus natus est” (İsa Meryem’den burada doğdu) yazılıdır. Mağaranın bir yanında da İsa’nın doğduktan sonra beşik niyetine konduğu yemlik bulunur.
            Doğuş Mağarası’na bitişik birçok mağara daha vardır. Bunlardan biri şimdiye kadarki en uzun ömürlü İncil çevirisinin yapıldığı yerdir. Yazın serin, fakat kışın soğuk olan bu yerde, Aziz Jerome (347-420), 30 yılını harcayarak İncil’i İbranice ve Yunancadan Latinceye çevirmiştir. “Vulgate” olarak bilinen bu çeviri, Katolikler için 20. yüzyıla kadar en yetkin İncil çevirisi olarak kalmıştır. Kilise’nin avlusunda bulunan Aziz Jerome’un bir heykeli kiliseye gelenleri karşılamaktadır.
                Diğer önemli bir mağara da Suçsuzlar Mağarası’dır. Mağarada duvara oyulmuş, üstü kemer biçiminde üç tane mezar vardır. Burada, İsa doğduktan sonra Herod’un emri üzerine öldürülen suçsuz çocukların anısı yaşatılmaktadır.
            Kiliseye yakın bir yerde,  adını İsa’nın doğduktan sonra konulduğu yemlikten alan Beytlehem’in en büyük meydanı Manger Meydanı yer almaktadır. Her Noel’de buradan bütün dünyaya doğrudan televizyon yayını yapılmaktadır.
            Beytlehem’in geliri daha çok turizme dayalı olduğu için kente girenlerden para alınmaktadır. Kentte 30 kadar turistik otel vardır. Özellikle Noel zamanı Hıristiyan hacılar dolayısıyla kent çok kalabalıklaşmakta ve bu otellerde yer kalmamaktadır.

Haas Gezinti Yeri ve Barış Parkı
            Beytlehem’den dönerken Kudüs’ün güneyindeki tepelerde bulunan bir gezinti yerinde (Haas Promenade) mola verdik.  Oradan bakılınca hem Doğu Kudüs hem Batı Kudüs rahatça görülebiliyor.  Vakit akşam olduğu için, kent ışıklı da olsa, Kudüs’ün önemli yapılarını uzaktan tek tek seçmekte zorlandık, fakat önümüzdeki manzara karşısında da büyülendik.
            Ruti’den öğrendiğimize göre,  1967 Altı Gün Savaşı Ürdün askerlerinin İsrail askerlerine bu tepelerde ateş açması sonucu başlamıştır.  Mola verdiğimiz gezinti yeri de,  1980’lerin sonunda,  adını aldığı zengin Haas ailesi tarafından yaptırılmıştır.
            Tepelerde Haas gezinti yerinden başka iki gezinti yeri daha var. Gezinti yerlerinin altında da aşağıya doğru Barış Ormanı uzanıyor.  Bu orman Altı Gün Savaşı’nın sonunda Yahudi Ulusal Fonu tarafından kurulmuştur. Kudüs’ün doğu ve batı kısımlarının 1967’de yeniden birleştirilmesini simgeliyor. Adı da bütün Kudüs halkının uyum içinde birlikte yaşayabilmeleri dileğini dillendiriyor. Her sınıftan insanın rahatça ulaşabileceği bir yerde bulunan bu ormana Kudüs Belediyesi kentte doğan her çocuk için bir fidan dikiyor.

Kudüs Tarihi Tren İstasyonu
            Barış Ormanı’ndan otelimize dönerken tarihi Kudüs Tren İstasyonu’nun önünden geçtik.
            Kudüs Tren İstasyonu, bir Fransız şirketi tarafından tamamlanan 86 kilometrelik Yafa-Kudüs demiryolu hattının son ayağı olarak 26 Eylül 1892 tarihinde açıldı. 1998’de demiryolu hattıyla birlikte kapatıldı.  Avlusu kimi etkinliklerde kullanılmış olmakla birlikte uzunca bir süre bakımsız kaldıktan sonra yenilenerek 2013’de “HaTakhana HaRishona” (İlk İstasyon) adında bir kültür ve eğlence merkezi olarak yeniden açıldı.
            İstasyonun ilk açılışı Kudüslüler tarafından coşkuyla karşılandı. Açılışa kentin önde gelen kişileri katıldı. Bunlar arasında İbranicenin canlandırıcısı olarak bilinen Eliezer Ben Yehuda da vardı. Bu önemli haber o sırada İbranice çıkan gazetelerde “Buhar geldi!” ya da “Pazar günü Davut ve Süleyman’nın kentine demir yol üzerinden buhar makinesi geldi” biçiminde verildi. Tabi ki “buhar” ya da  “buhar makinesi” treni anlatmaya yetmiyordu. Bu nedenle sözlük bilimci ve yayımcı Eliezer Ben Yehuda tren için “rakevet” sözcüğünü uydurdu. Bu sözcük “araç kervanı” anlamına geliyor ve halen kullanılıyor.

İbranicenin Yeniden Canlanması
            İbranice daha yüz küsur yıl öncesine kadar ölü olmasa da uyuyan bir dildi. Sadece ibadette kullanılırdı. Kutsal bir dil olduğunu öne sürerek onun günlük hayatta kullanılmasına karşı çıkan  aşırı tutucu bazı Yahudilerin baskılarına karşın yeniden canlandırıldı.
            İbranicenin yeniden canlandırılmasında rol oynayan en önemli kişi kuşkusuz Eliezer Ben-Yehuda’dır (1858 –1922). Ben-Yehuda 1881'de Rusya’dan Filistin'e göçtü. Yiddish'in ve dünyanın değişik yerlerinden gelen Yahudilerin yöresel dillerinin yerine geçecek ortak bir dil yaratmak için işe koyuldu. İbraniceyi günlük işlerinde kullandı.  İlk modern İbranice sözlüğü yazdı. Sözlüğe kendi bulduğu yeni sözcükler ekledi. Kendisini köstekleyenler kadar destekleyenler de oldu. Ben-Yehuda günümüzde "İbraniceyi yeniden canlandıran kişi" olarak tanınıyor ve İbranicenin canlandırılması İsrailliler tarafından son 150 yılda yapılan en önemli iş olarak görülüyor. Bugün İbranice İsrail’in resmi dilidir ve İbranice olarak her düzeyde eğitim verilmektedir.

ÜÇÜNCÜ GÜN
            Sabah erkenden 160 kilometre uzaklıktaki Masada’ya gitmek üzere yola çıktık. Kudüs’le Lut Gölü arasında aşağı yukarı 800+400 metre yükseklik farkı var. Yani yükseklik 800 metre azalınca deniz, 400 metre daha azalınca Lut Gölü seviyesine inilmiş oluyor.


Deniz düzeyinde çekilen grup resmi

            Çıplak, kayalık, engebeli bir arazide bir süre yol aldıktan sonra otobüsümüz durdu. Ruti, o an deniz seviyesinde olduğumuzu söyledi. Hepimiz otobüsten indik. Yol kenarındaki bir istinat duvarı ile yolun ortasındaki musluksuz bir çeşmeyi andıran bir yapı üzerindeki “SEA LEVEL” (DENİZ SEVİYESİ)  yazıları dikkatimizi çekti. Devesi ve oğlu ile birlikte bir Bedevi de orada turist bekliyordu. Deve, deyim yerindeyse giydirilip süslenmişti. İsteyenler para verip devenin üzerine binerek fotoğraf çektirdi. Devenin yanında durup fotoğraf çektirmek parasızdı, ben de öyle yaptım. Ayrıca hepimiz üzerinde “SEA  LEVEL”  yazan duvarın dibinde toplanıp grup fotoğrafı çektirdik. Daha sonra da otobüse binip yola devam ettik. Zaman zaman arazi üzerinde göçebe Bedevi kampları gördük. Ancak kamplarda pek çadır yoktu. “Çölün efendisi” denen Bedeviler de içinde bulunduğumuz “plastik çağı”na ayak uydurmuşlar, çadırlarda değil de,  kendilerine plastik, çinko saç gibi malzemelerden yaptıkları derme çatma barakalarda yaşar olmuşlar.

Nebi Musa Makamı
            Bir sonraki durağımız, deniz seviyesini gösteren yazılardan 2 km sonra Kudüs-Jericho yolundan sağa ayrılan bir yan yolun götürdüğü Nebi Musa Makamı oldu.
            Nebi Musa Makamı en büyük İslam peygamberlerinden biri olan Musa peygamberin mezarını barındırdığı için Müslümanlarca kutsal sayılır.
            Nebi Musa Makamı’nın etrafındaki ziftli kayalar yanabildikleri için buranın kutsallığını artırmakta ve hacılar tarafından ısınmak ve yemek pişirmek için kullanılmaktadırlar. Nebi Musa Makamı, Selahaddin Eyyubi zamanından beri bir hac yeridir. Tevrat’ın, Musa’nın Ürdün Nehri’nin öteki yakasındaki Nibu Dağı’nda ölüp gömüldüğünü söylemesine ve kimsenin mezarının yerini bilmemesine karşın, Müslümanlar Selahaddin Eyyubi’nin rüyasında Musa’nın mezarını gördüğünü, bu nedenle Musa’nın onuruna boş bir mezarla mezarın üstüne bir cami yaptırdığını söylerler.


Nebi Musa Makamı

            Şimdiki ana yapılar; yani cami, minare ve kimi odalar 1269’da Memlûk sultanı Baybars tarafından yaptırılmıştır. Kudüs’ten binlerce kişinin alay halinde gelip bir hafta süreyle kamp kurarak gerçekleştirdikleri hac ziyaretleri de o tarihlerde başlamıştır. 1410’da hacılar için bir konukevi yapılmış, hacı sayısının her yıl artması nedeniyle konukevi daha sonraki yıllarda genişletilerek bu günkü haline getirilmiştir. Türkler de 1820’de binayı yenilemişledir. Bugün Nebi Musa Makamı’nın yönetiminden ve bakımından Filistin Eriha Vakıf İdaresi sorumludur.
            Binlerce kişinin katılımıyla ibadet,  ziyafet ve oyunlarla bir şenlik havasında geçen ve bir hafta süren hac ziyaretleri de her yıl Nisan ayında yapılmaya devam etmektedir.

Ölü Deniz Yazıtları
            Nebi Musa Makamı’ndan Ölü Deniz’e doğru giderken sağ tarafta küçük vadilere sıkışmış bir iki kibutz ile arazide başıboş dolaşan ceylanlar gördük. Vadilerdeki dar yeşil alanlar sayılmazsa her yer çıplaktı. Bir süre sonra da göle ulaştık. Etrafımızı seyrederek kıyı ile ona koşut yamaçlar arasında yol alırken bir ara Ruti yamaçlardaki bir mağaraya dikkatimizi çekti ve bunun Ölü Deniz Yazıtlarının bulunduğu mağaralardan biri olduğunu söyledi.
            İlk Ölü Deniz Yazıtları, 1947 yılında Ölü Deniz kenarındaki Kumran'da Bedevi bir çocuk çoban tarafından kaybolan hayvanlarını ararken girdiği bir mağarada bulunmuştur. Bu yazıtların bilim çevrelerinin eline geçmesiyle başlatılan ve 10 yıl süren aramalar sonucunda 11 mağarada 800 kadar yazıt daha ortaya çıkarılmıştır. Bunlar arasında parçalanmış ve okunamaz olanlar da vardır.
            Yazıtların çoğu deri üzerine yazılmış olmakla birlikte papirüs ve bakır üzerine yazılmış olanları da vardır. Yazı dili başta İbranice olmak üzere Aramice ve Yunancadır.
            Bu belgelerin ele aldığı konular, Tevrat’ta yer alan ya da Tevrat’ta yer almadığı halde diğer kaynaklarda bulunan konularla bunları yazan topluluğun kuralları ve yaşama biçimi ile ilgili konulardır.
            Yazıtların en eskisi MÖ 250, en yenisi ise MS 68 yılına aittir. MS 68 yılı aynı zamanda Yahudilerin Romalılara karşı ayaklandıkları yıldır.
            Yazıtların bir Yahudi tarikatına ait oldukları konusunda araştırmacılar görüş birliğine varmışlardır. Bu tarikatın da Esseniler olduğu düşünülmektedir. Yazıldıkları dönemin Hıristiyanlığın ortaya çıktığı yılları da içermesi ve İsa’nın bir Eseni olduğu savı dolayısıyla Ölü Deniz Yazıtlarının günümüz Hıristiyanlık inancını temellerinden sarsacağını ileri sürenler de az değildir.
            Ölü Deniz Yazıtları bulunmadan önceki en eski el yazması Tevrat, Halep’teki 10. yüzyıldan kalma bir Tevrat’tı. Ancak o da 1947’deki Yahudi karşıtı bir kargaşa sırasında saklandığı sinagogun yakılması sonucu büyük çapta hasar gördü.
            Ölü Deniz Yazıtları Kudüs’teki İsrail Müzesi’nde sergilenmektedir.



Ölüdeniz Yazıtları

Masada
            En sonunda Masada’ya vardık. Tepeye hem teleferikle hem de dik yamaçlardan kıvrıla kıvrıla çıkan basamaklı yoldan yürüyerek çıkılabiliyordu. Biz teleferikle çıkmayı yeğledik.
            Masada İbranicede kale demektir. İsrail’deki en ilgi çeken ve en çok ziyaret edilen yerlerden biridir. MÖ 30 yılında Yahudi kralı Herod tarafından kışlık bir dinlenme yeri olarak, fakat aynı zamanda da gerek kendi Yahudi vatandaşlarının başkaldırısına gerekse bir Roma saldırısına karşı korunmak amacıyla yaptırılmıştır. Batıda Judea Çölü’ne, doğuda Ölü Deniz’e bakan, yanları dik, üstü düz bir dağın tepesinde yer alır. Ölü Deniz’den ve çöl tabanından 470 metre yukardaki bu 93.000 metre karelik düz tepede bir zamanlar kışla, yiyecek deposu, hamam, su sarnıcı olarak kullanılmış binalarla kuzey tarafta Herod’un üç katlı lüks sarayının kalıntıları bulunmaktadır.
            Masada’yı ünlü yapan MS 68’de başlayan Yahudilerin Romalılara karşı ayaklanmalarıdır. Romalılar MS 70’te isyanı bastırarak II. Tapınak’ı yıkar ve Yahudileri Kudüs’ten sürerler. Ancak Eleazer Ben Yair komutasındaki bir grup Yahudi kaçarak Masada’ya gelir ve orayı ele geçirir. Daha sonra onları oradan atmak için 8.000 kişilik bir Roma ordusu Masada’yı kuşatır. O sırada kalede erkek, kadın ve çocuk, toplam 960 kişi vardır. Bunlar Romalılara karşı kahramanca karşı koyarlar ve uzun bir süre direnirler. Ancak sonunda Romalılar tepeye 70 metre daha yakın olan batı tarafta muazzam bir rampa yaparak dik kaleye ulaşmayı başarırlar. Bunun üzerine Ben Yair halkını etrafına toplayarak “ölümü köleliğe yeğleme” zamanının geldiğini söyler. Kura ile 10 kişi seçilir. Bu on kişi önce diğerlerini, sonra da içlerinden biri geri kalan 9 kişiyi ve kendini öldürür. 1. yüzyılda yaşamış Romalı Yahudi tarihçi Titus Flavius Josephus’ın anlattığına göre, Romalılar kaleyi ele geçirdiklerinde canlı kalabilmiş sadece iki kadın ile üç çocuk bulurlar.
            Bugün ulusal bir park olan Masada UNESCO Dünya Kültür Mirası Liste’de yer almaktadır.


Masada'nın düşüşü

Ölü Deniz ya da Lut Gölü
            Masada’da tepeden indikten sonra aşağıda bulunan bir dükkanda alışveriş yaptık. Hemen hepimiz Ölü Deniz’in olağanüstü nitelikteki suyundan elde edilmiş bir mineral karışımıyla güçlendirilmiş kremlerden aldık. Daha sonra da otobüsle Ölü Deniz kıyısında bulunan, duşu olan bir plaja gittik. Kış olmasına karşın hava güzel, su ılıktı. Kimi arkadaşlar suya da girdi.
            Ölü Deniz doğuda Ürdün, batıda İsrail ve Filistin’nin çevrelediği tuzlu bir göldür. Yarısı İsrail, yarısı Ürdün tarafındadır. Deniz seviyesinin 427 metre altındadır. Dünyanın en çukur yeridir. Derinliği 306 metredir. %34,2 tuz oranıyla dünyanın en tuzlu su kitlelerinden biridir. Bu kadar tuzlu bir ortamda canlı yaşayamadığı içindir ki, adı “Ölü Deniz” olmuştur. 50 kilometre uzunluğunda olup en geniş yeri 15 kilometredir. Ürdün Vadisi içindedir ve kendisine karışan tek akarsu Ürdün Nehri’dir. Kendisinden çıkan herhangi bir akarsu yoktur.
            Tuzluluk oranının yüksek oluşundan dolayı su insanı batırmaz. Yüzme bilmeyen biri bile rahatça suyun yüzeyinde durabilir, hatta istese bile batamaz. Göl Suriye-Afrika fay hattı üzerinde volkanik bir bölgede bulunduğundan dolayı yerden sıcak su da çıkar. Bu iyileştirici suların ünü, ta 2.000 yıl önceye kadar gider. Günümüzde de Ölü Deniz’in etrafındaki birçok konaklama tesisi ile kaplıca tedavi merkezi binlerce kişiye hizmet vermektedir.
            Denizdeki tuz ve minerallerin çokluğundan dolayı deniz kıyısında yer yer sert, beyaz ve çok keskin tabakalar oluşmuştur. Buralarda yalınayak dolaşmak tehlikeli olabilir.
            Ölü Deniz’in suyunda magnezyum, sodyum,  potasyum, kalsiyum, bromid, iyodin, selenyum, sülfür, manganez ve benzeri 29 çeşit mineral vardır. Bunlar, kremden gübreye birçok ürünün yapımında kullanılmaktadır.
            Tevrat’a göre, Lut peygamber MÖ 1800’lü yıllarda bu bölgede yaşamış, Sodom ve Gomore kentleri, halklarının sapkınlıkları yüzünden, Tanrı tarafından üzerlerine gökten ateşli kükürt yağdırılarak yok edilmişlerdir.


 Ölü Deniz

İsa’nın Son Akşam Yemeği’ni Yediği Yer
            Akşama doğru Ölü Deniz’den Kudüs’e döndük. Kudüs’teki son günümüzdü. Daha Eski Kent’teki Hıristiyan, Yahudi ve Ermeni mahallelerini gezecektik. Henüz görmediğimiz önemli yerler Hıristiyan Mahallesi’nde olduğu için gezmeye oradan başladık. Siyon kapısından geçerek İsa’nın Son Akşam Yemeği’ni yediği yere gittik.
            İsa’nın havarileriyle birlikte Son Akşam Yemeği’ni yediği yerde şimdi Haçlılar Döneminden kalma iki katlı bir bina var. Binanın alt katında Davud’un mezarı bulunuyor. Üst kat (üst oda) ise İsa’nın Son Akşam Yemeği’ni yediği, ölümünden sonra da havarilerinin zaman zaman bir araya geldikleri yer olarak kabul ediliyor.
            Bina bir kilise iken Osmanlılar tarafından camiye çevrilmiştir. Şimdi ise ne kilise ne de camidir. Vatikan burayı yeniden kilise yapmak için çabalamaktadır.
            Bilindiği gibi İsa Kudüs’e son olarak Yahudilerin Mısır’dan kurtuluşlarının kutlandığı Hamursuz Bayramı’nda gelir. Hamursuz Bayramı’nın İngilizcedeki adı “Passover”dır. “Pas geçme” anlamına gelir. Rivayete göre, Yakup kıtlık nedeniyle 12 oğluyla birlikte halkını da yanına alarak Mısır’a gider. Ancak zaman içinde Yahudi halkı orada köleleşir. Musa onları oradan çıkarmak için firavundan izin ister, fakat firavun izin vermez. Bunun üzerine Tanrı Mısır’a Nil Nehri’nden su yerine kan akıtmak; kurbağa, sinek, bit ve çekirge sürülerini musallat etmek; dolu yağdırmak; ortalığı göz gözü görmeyecek biçimde karartmak gibi belalar verir, fakat firavun yola gelmez. O zaman Tanrı ilk doğanları yani kardeşlerden en büyüğünü öldürmeye karar verir. Musa’yı da bundan haberdar eder. Ayrıca ona Yahudilere kapılarını kurban kanıyla işaretlemelerini söylemesini emreder. Böylece onların evleri pas geçilecek, beladan esirgenecektir.
            Bu son felaket haberi firavunu korkutur, çünkü ilk doğan kardeş odur. Bu nedenle uzlaşma yoluna gider, Yahudilerin yanlarına istedikleri her şeyi alıp Mısır’dan ayrılabileceklerini söyler. Yahudiler firavunun sözünden cayabileceği korkusuyla acele ederler ve ertesi sabah, mayalamaya bile fırsat bulamadıkları hamurdan ekmek yaparak erkenden yola çıkarlar. Firavun beklendiği gibi sözünden cayarak onların peşine düşer. Öykünün sonunu herkes bilir: Nil Nehri’nin suyu iki yana çekilir, Musa halkıyla birlikte nehri geçer, fakat arkadan gelen firavun iki yandaki suların yeniden birleşmesiyle nehirde boğulur.
            Yahudiler, Mısır’dan çıkışlarını kutladıkları Hamursuz Bayramı’nda o günlerin anısına mayasız ekmek ile kereviz yaprağı gibi acı şeyler yerler. Balık hariç etli ve sütlü yiyecekler yemezler. Keten ve yünlü giyecekleri birlikte giymezler.


İsa'nın Son Akşam Yemeği’ni yediği yer

            İşte, İsa böyle bir bayram dolayısıyla Kudüs’e gelir. Ona, havarileri ile birlikte yemek yemesi için, bizim ziyaret ettiğimiz yerde bulunan bir evi gösterirler. Yemek evin üst odasında yenir. İsa’nın bu yemek sırasında havarilere ekmek ve şarabı göstererek “Bu benim etim, bu benim kanım; yiyin, için” dediği rivayet olunur. Yorumculara göre, İsa, ihanete uğrayacağını ve öleceğini bilmektedir. Sözündeki et ve kan, insanoğlunun günahları için onun çarmıhta ölümünü anlatmaktadır. Hıristiyanlar mayasız ekmek yiyip şarap yudumladıkları her seferde, İsa’nın kendileri için öldüğünü, o geri dönünceye kadar böyle yapmaya devam edeceklerini ilan etmektedirler.

Dormition Manastırı
            İsa’nın Son Akşam Yemeği’ni yediği yerden sonra, Türklerin Alman İmparatoru II. Wilhelm’e verdiği bir arsa üzerinde 1910 yılında Almanların kurduğu Dormition (Uykuya dalma) Manastırı’nı gezdik. Burası Meryem’in uykuya daldığı yerdir. Meryem’in dünyadaki yaşamının sonu  “ölüm” olarak değil, “uykuya dalma” olarak adlandırılmaktadır; çünkü ruhunun bedeninden ayrılmasından hemen sonra bunların tekrar birleştiğine ve göğe yükselerek Cennet’e gittiğine inanılmaktadır.
            Dormition Manastırı’ndan sonra Yahudi ve Ermeni mahallelerini dolaştık. Daha sonra da otelimize döndük.

DÖRDÜNCÜ GÜN
            Erkenden Kudüs’ten ayrıldık. 30 km kadar yol aldıktan sonra Kudüs’ün kuzeydoğusunda bulunan ilk durağımız Jericho ya da Eriha kentine vardık.

Jericho
            Filistin Yönetimi’ndeki Jericho Ürdün Vadisi’nde yer alır ve deniz seviyesinden 250 metre daha aşağıdadır. Nüfusu 17.000’dir. Çevre köylerde ve sığınma kamplarında yaşayanlar da dâhil edildiğinde sayı 25.000’e çıkar.
            Jericho, insanların avcı-toplayıcı yaşam biçiminden yerleşik yaşam biçimine ilk geçtikleri yerlerden biridir. Hatta ilk geçtikleri yer olduğunu bile ileri sürenler vardır. Arkeologlar art arda gelen 20’den fazla uygarlığın kalıntılarını ortaya çıkarmışlardır. Bunlardan ilkinin tarihi 11.000 yıl geriye gitmektedir. Burada Tel es-Sultan (Eski Eriha), İsa’nın vaftiz edildiği Ürdün Nehri, Emevîlerden kalma Hişam Sarayı,  Lut Gölü, Kumran Mağaraları, Temptation (Ayartma) Dağı, Aziz Gerasimus Manastırı gibi ziyaret edilecek birçok güzel ve tarihi yer vardır.
            Turistik bir yer olmasının yanında önemli bir tarım merkezidir. En çok narenciye, hurma, muz, çiçek ve sebze yetiştirilir.
            Yahudilerin Mısır’dan çıktıktan sonra ilk ele geçirdikleri İsrail toprağı Jericho’dur. Musa’dan sonra gelen Yeşu tarafından MÖ 1250 civarında alınmıştır. Tevrat’a göre kentin ele geçirilmesi şöyle olmuştur:
            Yehova (Yahudi Tanrısı) Yeşu’ya altı gün süreyle her gün bir defa askerleriyle birlikte kentin etrafında dolaşmalarını, Ahit Sandığı’nı da yanlarında taşımalarını, sandığın önünden boru çalarak yedi kâhinin yürümesini, yedinci gün ise kentin etrafında yedi kez dolanmalarını, sonra da borularını uzun uzun çalıp yüksek sesle bağırmalarını söyler. Böyle yaptıkları takdirde surlar oldukları yere çökecektir.
            Yeşu ve savaşçıları, Yehova’nın dediğini yaparlar. İlk altı gün herkes sessizce yürür. Kimsenin ağzından tek bir söz bile çıkmaz. Sadece boru ve ayak sesleri duyulur. Nihayet yedinci gün şehrin etrafında yedi kere dolandıktan sonra borular çalınır, savaşçılar bağırır ve surlar olduğu yere çöker.

Nazareth
            Jericho’dan sonraki durağımız Nazareth ya da Nasıra oldu.
            Nazareth İsrail’in kuzeyinde yer alır. Nüfusu 75.000 civarındadır. Bunun %69’unu Müslümanlar, %30,9’unu Hıristiyanlar oluşturur. Kentte çoğu yazılım alanında çalışan 20’nin üzerinde Arap ileri teknoloji şirketi bulunmaktadır. Bu nedenle buraya kimileri Arapların Silikon Vadisi demektedir.
            Nazareth Hıristiyanlığın beşiğidir. İsa çocukluğunu ve gençliğini orada geçirir. Ancak vaazlarına başlayınca, “Çocukluğunu bildiğimiz kişi şimdi bize vaaz veriyor” diye küçümsenir. O da Tiberias’a giderek vaazlarına orada devam eder ve kendisini orada kabul ettirir.


Nazareth’te Müjde Kilisesi

            Meryem ve İsa’nın yaşadıkları yeri görme isteği Nezareth’i gözde bir hac yeri haline getirmiştir. Bugün kentte 30’dan fazla kilise ve manastır bulunmaktadır. Bunların en ünlü ve görkemlisi Annunciation (Müjde) Kilisesi’dir. Kilise, daha önce Bizans ve Haçlı kiliselerinin bulunduğu yerde 1969 yılında yaptırılmış iki katlı bir binadır. Binanın alt katında Müjde Mağarası vardır. Birçok Hıristiyan bunun Meryem’in çocukluğunun geçtiği evin kalıntıları olduğuna inanmaktadır.

Yardenit
            Nazareth’ten bir vaftiz yeri olan Ürdün Nehri kenarındaki Yardenit’e gitmek üzere yola çıktık. Yol üzerinde uzaktan Şimon Perez’in büyüdüğü Alumod kibutzunu gördük.
            Yardenit, kuzey İsrail’in Celile bölgesinde, Ürdün Nehri kıyısında, Hıristiyan hacıların uğrak yeri olan bir vaftiz yerdir. Nehrin Celile Gölü’nden (Tiberias Gölü) çıktığı yerin hemen güneyinde,  sahibi ve işleticisi olan Kvutzat Kinneret kibutzunun yakınında yer alır.


Yardenit vaftiz yeri

            Hıristiyan inancına göre İsa aslında Ölü Deniz’in kuzeyinde ve Jericho’nun doğusunda bulunan Kasr el Yahud’da vaftiz edilmiştir. Kasr el Yahud yüzyıllar boyunca hacılar için en önemli vaftiz yeri olmuş ve yakınında birçok manastır ve konukevi yapılmıştır. Altı Gün Savaşı’ndan sonra tam İsrail-Ürdün sınırında kaldığı için İsrail Turizm Bakanlığı aynı işlevi görmek üzere 1981’de Yardenit’i kurmaya karar vermiştir. Sonuçta, Yardenit, 2011’de Kasr el Yahud’un yeniden açılmasına kadar nehrin İsrail yakasındaki tek nizami vaftiz yeri olarak kalmıştır.
            Yardenit’te 12 ayrı vaftiz havuzu vardır. Vaftiz için özel beyaz elbiseler ve bunların altına da mayo giymek zorunludur. Vaftiz için gerekli her şey hediyelik eşya satan dükkândan kiralanabilir ya da satın alınabilir.
            Vaftiz, Hıristiyanlığın şartlarından biridir. Ortodokslarda suya girmekten, Katoliklerde üzerine su serpmekten ibarettir.
            Hıristiyanlıktaki vaftizin Yahudilerin yıkanma törenleri, Essenilerin günlük banyoları ve İsa'nın Vaftizci Yahya tarafından vaftiz edilmesi inancıyla yakın bir ilişkisi olmakla birlikte, bunlardan farklı bir yönü de vardır. Hz.Adem ile Havva'dan miras kalan ilk (aslî) günah inancı Hıristiyanlıkta önemli bir unsurdur ve bu günahtan kurtulmanın tek yolu da vaftiz olmaktır. Vaftiz genellikle doğumdan bir hafta sonra yapılsa da ileri yaşlarda da yapılabilir, çünkü vaftiz edilen kişinin o zamana kadar işlediği günahlardan kurtulacağına inanılır.

Tayyareci Fethi Beyin Düştüğü Yer
            Yardenit’ten Tiberias Gölü’nün doğu kıyısında bulunan Ein Gev kibutzuna gitmek üzere yola çıktık. Kısa sürede gölün güney ucuna ulaşıp doğu kıyılarına koşut olarak kuzeye doğru yol almaya başladık. Bir yerde, Ruti bize sağdaki yamaçları işaret ederek ilk Türk pilotlarından Fethi Beyin düştüğü yeri gösterdi.
            Tayyareci Fethi Bey İstanbul'da doğmuştur. 1907 yılında Bahriye Mektebini bitirmiştir. Mesleğinde ilerlemek için 1911 yılında İngiltere’deki Bristol Uçak Fabrikasında havacılık eğitimi görmüştür. Yurda döndükten sonra yüzbaşı olmuştur. Bir süre İstanbul'da çeşitli gösteri uçuşları yapmıştır.
            Gözlemcisi Sadık Bey ile birlikte, 8 Şubat 1914'de, Muavenet-i Milliye isimli Bleriot XI/B XI/B uçağıyla İstanbul-İskenderiye uçuşuna başlamıştır. Ancak, yolculuğun son etaplarında, 3 Mart 1914 tarihinde,  bugün İsrail sınırları içinde kalan, o zamanlar Şam'ın Taberiye ilçesi Şimiriye bucağı olarak bilinen yerin yakınlarında düşerek Türk havacılık tarihinin ilk şehitlerinden biri olmuştur. Uçağının düştüğü yere küçük bir abide dikilerek cenazesi Şam'a götürülmüş ve Selahaddin Eyyubi Türbesi’ne gömülmüştür.

Ein Gev Kibutzu
            Nihayet Ein Gev kibutzuna geldik. Beşer dolar verip lunaparktakine benzeyen lastik tekerlekli küçük vagonlara binerek çiftliği baştan sona gezdik.
            Ein Gev kibutzu, Celile Gölü’nün doğusunda, gölle dağ arasındaki dar arazi şeridi üzerinde, 1937 yılında, Almanya, Avusturya ve Baltık ülkelerinden gelen ve daha önce gölün güneybatısındaki Kinneret köyünde çalışmış öncüler tarafından izinsiz olarak “gecekondu”  tarzında kurulmuştur. Başlangıçta çit içine alınmış bir gözetleme kulesi ile “fetihçi takım”ın kalacağı dört barakadan ibaretmiş.
            Şimdi 500 civarında insanın yaşadığı kibutzun ana gelir kaynağı tarım ve turizmdir. Muz, süt sığırı ve deve kuşu yetiştiriciliği yanında otel, lokanta ve gemi işletmeciliği de yapılmaktadır. Son yıllarda turizm geliri tarım gelirinin önüne geçmiştir.
            Kibutzda her yıl Hamursuz Bayramı’nda bir de müzik festivali düzenleniyor. Bu amaçla 2500 kişilik bir konser salonu yapılmış.
            Her şey gibi kibutzlar da değişiyor. Başlangıçta daha çok Doğu Avrupa’dan gelmiş insanların sosyalist kurallara göre kurdukları kibutzlar bazı yönlerden özelleştirilmeye başlanmışlar. Eskiden bir kibutzda ortak üretim yapılırdı. Dönüşümlü olarak herkes her işte çalışırdı. Ortak yerlerde yenir, içilir, eğlenilir; evlere ancak yatmaya gidilirdi. Çocuklara bile kibutzdaki çocuk evinde bakılırdı. Şimdi ise durum biraz değişiktir. Çocukların bakımını artık ana babalar üstlenmiş durumda. Üretimde de rekabet kuralları işlemeye başlamış.

Yarmuk Nehri Üzerindeki Osmanlı Köprüsü
            Gün batmak üzereydi. Günbatımını bir sonraki ziyaret yerimiz Golan Tepeleri’ne gidiş yolu üzerindeki bir seyir terasından izlemek için Ein Gev kibutzundan ayrıldık. Tepelere tırmanırken aşağıda, Yarmuk Vadisi’nde, Ürdün Nehri’nin bir kolu olan Yarmuk Nehri üzerinde yıkık bir demir köprü gördük. Bu köprü bir zamanlar Hicaz demiryolu hattını Hayfa’ya bağlayan hattın bir parçasıymış. İngiliz yönetimindeki Filistin’in komşu ülkelerle ulaşımını sekteye uğratmayı amaçlayan Yahudi terör örgütü Haganah tarafından 1946 yılında havaya uçurulmuş.


Yarmuk Nehri üzerinde yıkık demir köprü

Celile ya da Tiberias Gölü
            Çok geçmeden seyir terasının bulunduğu yere vardık. Az önce ayrıldığımız Ein Gev kibutzu; tarlaları, bahçeleri, binaları ile şimdi aşağıda duruyordu. Onun hemen ötesinde 166 kilometre karelik bir alanı kaplayan ve deniz seviyesinden 200 metre kadar aşağıda bulunan İsrail’in en büyük tatlı su kaynağı Celile ya da Tiberias Gölü uzanıyordu. Güneş bir alev topu olmuş ufuk çizgisine dokunmak üzereydi. Onunla bizim aramızda göl üzerinde ışıktan bir yol oluşmuştu. Kızıl bir alacakaranlık yavaş yavaş her şeyin üzerini örtüyordu. Biz ise önümüzdeki manzara karşısında büyülenmiştik. Sanki İsa üzerinden yürüyerek bize doğru gelecekmiş gibi gözlerimiz ışıklı yola takılmış olarak sessizce bekliyorduk. Ancak az sonra güneş ufukta kayboldu, onunla birlikte gölün üzerindeki ışıklı yol da yok oldu. O zaman rüyadan uyanır gibi kendimize geldik ve yeniden yola çıktık.




Celile Gölü'nde günbatımı

Golan Tepeleri
            Bir süre daha yokuş yukarı gittikten sonra Golan Tepeleri’ne ulaştık.
            Golan Tepeleri Suriye'nin güneybatı, İsrail'in kuzeydoğu ucundaki tepelik bölgedir. Tepe dense de burası daha çok bir yayladır. Zengin su kaynakları vardır. Golan Tepeleri 1967'de,  Altı Gün Savaşı sırasında İsrail tarafından işgal edilmiştir. O zaman burada yaşayan Suriyelilerin çoğu ya kaçmış ya da sürülmüştür. İsrail 1981'de de tek yanlı olarak Golan Tepeleri’ni kendisine bağlamış, 100’den fazla köy ve çiftliği yıkarak boşalan arazileri İsrailli yerleşimcilere vermiştir.
            6400 nüfuslu Katzrin İsrail işgali altındaki Golan Tepeleri’nin yönetim ve ticaret merkezidir. Bölge yönetiminden burada üslenen Golan Bölge Kurulu sorumludur.
            Golan Tepeleri’nde çok sayıda tarihi kalıntı, ırmak ve şelale bulunur.
            Bölge bağcılığa, meyve ve sebzeciliğe elverişlidir.
            Şarap ve maden suyu üretim tesisleri ile Hermon Dağı’nın eteklerinde kayak tesisleri vardır.

Tiberias Kenti
            Golan Tepeleri’ni gezdikten sonra gölün batı yakasındaki Tiberias kentine gittik. Geceyi geçireceğimiz Restal Hotel’e kaydımızı yaptırıp akşam yemeğimizi yedikten sonra kenti dolaşmaya çıktık.
            Her yıl binlerce turist çeken Tiberias, Celile Gölü’nün batısında, deniz seviyesinden 200 metre daha aşağıda, yaklaşık 45.000 nüfuslu bir kenttir.  Dört kutsal Yahudi kentinden biridir. Diğerleri Kudüs, Hebron ve Safed’dir.  Ayrıca, Tiberias’da birçok Yahudi bilgesinin mezarı bulunmaktadır.
            Kenti MS 17-22 yılları arasında Herod Antipas kurmuş ve ona patronu Roma İmparatoru Tiberius’un adını vermiştir.
            Tiberias, Hıristiyanlar için de kutsaldır. Kent kurulduktan birkaç yıl sonra MS 30 civarında İsa hareket üssünü Celile Gölü’nün batı yakasına taşımış ve burada gölün suları üzerinde yürümek de dâhil birçok mucize sergilemiştir.  “Dağ Vaazı”nı verdiği ve müritleri arasından 12 adam seçerek onları “havari” olarak adlandırdığı Mount of Beatitudes (Mutluluk Dağı) da gölün kuzeybatısında, Capernaum ile Gennesaret arasındadır. Asıl adı Şimon olan İsa’nın baş havarisi Peter da bir balıkçı köyü olan “Capernaum”ludur. Ömrünün sonlarına doğru gittiği Roma’da baş aşağı çarmıha gerilerek öldürülmüştür.

BEŞİNCİ GÜN
            Erkenden kalktık, kahvaltımızı yaptık ve otelden ayrıldık. Otobüsle kent içinde bir tur attıktan sonra Akka’ya gitmek üzere yola çıktık. Celile Gölü kıyısında bulunan bir yerleşim yerinin yanından geçerken Ruti orasının İsa’nın havarilerinden Peter’in balıkçı köyü Capernaum olduğunu söyledi. Daha sonra sıra dışı bir şeyle karşılaşmadan epey yol aldıktan sonra Akdeniz kıyısına, İsrail ile Lübnan arasındaki sınıra geldik. Durduğumuz yer denize yukardan bakıyordu. Burada bir süre kalıp denizi ve İsrail kıyılarını seyrettik. Lübnan tarafı dağlıktı, o tarafta görebildiğimiz sadece yamaçlar ve bir de Lübnan askerlerinin beklediği gözetleme kuleleriydi. Askerlere el salladık, onlar da bize salladı. Sonra da yeniden yola koyulduk.


Akka
            Nihayet Akka’dayız.
            Akka, İsrail'in kuzeyinde, Akdeniz kıyısında bir kenttir.  Müslüman Arap,  Dürzi, Hıristiyan ve Yahudilerden oluşan kent nüfusu 45.000 civarındadır.
            Akka, Mısır firavunu Tutmose III (MÖ 1504-1450) zamanından başlayarak, dünya tarihinde sürekli olarak oturulan en eski yerlerden biridir. Eski çağlarda Kenan halkı ve İbranilerin de yaşadığı Akka’ya daha sonraları Eski Yunanlılar, Romalılar, Araplar, Tolunoğulları, Haçlılar, Memlûklar, Osmanlılar ve İngilizler egemen olmuştur. Şimdi ise İsrail’in sınırları içindedir.
            Akka UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde yer alır.  1990’dan beri geniş ölçekli arkeolojik kazılar yapılmakta ve eski mekânları korumak için çaba harcanmaktadır.
            Eski Akka’yı çevreleyen kent surları hala dimdik ayaktadır. Osmanlıya isyan edip bir süre Akka’nın yönetimini elinde tutan Zahir Ömer,  1750’de kendi surlarını yaparken Haçlı surlarının kalıntılarını temel olarak kullanmıştır. O zaman doğu duvarına “kara kapısı”, güney duvarına da “deniz kapısı olarak iki kapı konulmuştur. Surlar daha sonra 1775 ila 1779 arasında Cezzar Ahmet Paşa tarafından güçlendirilmiştir. 1910’da da biri kentin kuzey duvarına, diğeri kuzeybatı duvarına olmak üzere iki kapı daha açılmıştır. 1912’de surların güneybatı köşesine Akka deniz feneri yapılmıştır.
            Surlar içinde bir de kale vardır. Bu kale, Haçlılar zamanında Hospitalier (St. Jean) Şövalyelerince yapılmış olan kalenin temeli üzerine bina edilmiş bir Osmanlı kalesidir.  Kuzey duvarını güçlendirmek ve karadan gelecek saldırılara karşı kenti daha iyi korumak amacıyla yapılmıştır. İngiliz Mandası sırasında hapishane ve idam yeri olarak kullanılmıştır. Yahudi Siyonist hareketlerinin militanları burada tutulmuş ve bazıları da burada idam edilmiştir.
            Napolyon,  Mısır’dan çıkarak El-Ariş, Gazze ve Yafa'yı aldıktan sonra Mart 1799'da Akka önüne gelmiş, iki ayı aşkın bir süre kenti kuşatmış, ancak Osmanlı Donanması ve Nizam-ı Cedid Ordusundan destek gören Cezzar Ahmet Paşanın güçlü savunması karşısında başarılı olamayarak 21 Mayıs 1799'da Akka'dan çekilmek zorunda kalmıştır. Nopolyon’un başarısızlığında Cezzar Ahmet Paşanın kent surlarını daha önceden güçlendirmiş olmasının büyük etkisi olmuştur.
            Akka’da hala ayakta kalabilen dört handan en büyüğü olan limandaki iki katlı Sütunlu Han önemli bir Osmanlı yapısıdır. Cezzar Ahmet Paşa tarafından 18. yüzyılın sonunda yaptırılmıştır.  Yapımında Caesarea ve Atlit harabeleri ile Akka’daki Haçlı kalıntılarından elde edilen kırk adet granit sütun kullanıldığı için Sütunlu Han denmiştir.  Eskiden limana gelen tüccarlar mallarını hanın alt katındaki depolara koyarlar, üst katındaki odalarda da yatarlardı. Hanın ana giriş kapısının üzerindeki saat kulesine gelince, o da II.  Abdulhamid’in tahta çıkışının yirmi beşinci yıldönümü anısına yapılmıştır. Günün her saatinde açık olan han bugün turistlerin Akka’da en çok ziyaret ettikleri yerlerden biridir. Ayrıca kentte yapılan festivallerde açık hava sahnesi gibi kullanılmaktadır.
            Paşa Cami de bugün Akka’nın en önemli tarihi eserlerinden biridir.  1781’de Cezzar Ahmet Paşa tarafından yaptırılmıştır. Cezzar Ahmet Paşanın ve kendinden sonra gelen Süleyman Paşanın mezarları caminin bitişiğindeki türbededir.
            1795’de yine Cezzar Ahmet Paşanın yaptırdığı Paşa Hamamı da bugünlere kadar ulaşan önemli bir eserdir.  Daha 1950’ye kadar hamam olarak kullanılmıştır. Şimdi ise bir müze haline getirilmiştir. Işık ve ses gösterileri ve çeşitli canlandırmalar, ziyaretçilerin kendilerini sanki gerçek bir Türk hamamındaymışlar gibi hissetmelerini sağlamaktadır.
            Haçlılar zamanında Haçlı krallarının sarayı (castrum) kentin kuzeyinde yer alıyordu ve kalın duvarlarla çevrilmişti. Limanın yakınında Venedik,  Pisa ve Cenevizliler tarafından  “commune” denilen tüccar mahalleleri kurulmuştu.  Her mahalle, depo ve dükkânların bulunduğu bir pazaryeri ile tüccar ailelerinin kaldığı evleri barındırıyordu. Hıristiyan hacıların korunmalarından ve hastalanmaları durumunda tedavilerinden sorumlu Tapınak ve Hospitalier Şövalyeleri gibi çeşitli askeri tarikatlar için de merkezler bulunuyordu.  Ayrıca kentin her yerinde kilise ve konukevi  gibi çok sayıda kamu binası vardı.
            Haçlılar 1291’de Memlûklar tarafından Akka’dan atıldıktan sonra zamanla harabeye dönen Haçlı yapıları toprakla kapatılarak üzerlerine Osmanlılar tarafından 18. ve 19. yüzyıllarda çeşitli binalar yapıldı. Haçlı kalıntılarının bir kısmı son yıllarda yapılan arkeolojik kazılarla gün yüzüne çıkarıldı. Ortaya çıkarılan en önemli kalıntı, bugünkü Eski Kent’in kuzeyinde yer alan, bir zamanlar Hospitalier Tarikatının karagâhı olarak kullanılmış olan yapıdır. Bu yapının ortasında geniş, üstü açık bir avlu ile onun etrafında birçok salon ve oda vardır. Kapladığı alan ise 4500 metre karedir.
            Akka, Bahailik açısından da önemli bir yerdir. Akka ve civarında birçok Bahai kutsal yeri vardır. Bunlar Osmanlı Döneminde Bahai dininin kurucusu Bahaullah’ın Akka Kalesi’nde hapsedilmesinden sonra kutsallık kazanmış yerlerdir.  Resmen hala Osmanlının bir mahkûmu olsa da Bahaullah son yıllarını Akka dışındaki Behci Köşkü’nde geçirmiştir. 29 Mayıs 1892’de Behci’de ölmüştür. Köşkün bitişiğinde bulunan  “Hz. Bahaullah’ın Makamı” olarak bilinen küçük binada gömülüdür. Bu Makam Bahailer için dünya üzerindeki en kusal yerdir ve her gün namaz kılarken yüzlerini o yöne dönerler. Akka’daki diğer Bahai mekânları Bahaullah ve ailesinin kaldığı Abbud Konağı ve Abdullah Paşa Konağı ile ömrünün sonunu geçirdiği Rıdvan Bahçesi’dir. Bahai kutsal yerleri 2008’de UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ne alınmıştır.
            Akka Limanı, dünyanın en eski limanlarından biridir.  Haçlılar burayı Ortaçağ’ın en büyük limanı haline getirdiler. İpek yoluyla Asya’dan buraya getirilen mallar buradan deniz yoluyla Avrupa’ya gönderildi. 2012 yılında kentin güneyindeki deniz surlarının dibinde yapılan kazılarda 2300 yıllık bir limana ait bir rıhtımla diğer bazı bulgulara rastlandı.
            Akka’daki Tunus Sinagogu da ilginç bir mekândır. Bu dört katlı binanın iç ve dış duvarları doğal taşlar kullanılarak yapılmış duvar mozaikleri ile süslenmiştir. Tevrat’ta anlatılan Yahudi halkının ve İsrail’in tarihi ile ilgili öyküler, sanki bir filmin perdeye yansıtılması gibi, bu mozaiklerle sinagogun duvarlarına yansıtılmıştır. Yahudilikte resim ve heykel yasak olduğu için, özellikle kutsal mekânlarda, daha çok soyut betimlemeler yeğlenmektedir.


Eski Akka kent duvarları

Hayfa
            Akka’dan sonra Hayfa’ya geldik.
            Hayfa İsrail’in üçüncü en büyük kentidir. Nüfusu 300.000 civarındadır. Bir o kadar nüfus da kente bitişik olan yerleşim yerlerinde yaşar. Kermil Dağı’nın yamaçlarında kurulmuş olan kentin tarihi 3.000 yılı aşar. Kent,  İsrail’in oluncaya kadar,  sırasıyla Fenikeliler, Persler, Makkabiler, Romalılar, Bizanslılar, Araplar, Haçlılar, Osmanlılar ve İngilizler tarafından ele geçirilmiş ve yönetilmiştir.
            Hayfa İsrail’in Akdeniz kıyısındaki başlıca limanıdır ve aynı zamanda onun en önemli eğitim, ticaret ve sanayi merkezlerinden biridir. Tel Aviv’den 90 kilometre uzaklıktadır.
            UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ne giren Bahai Dünya Merkezi de Hayfa’dadır.
            Bahai Dünya Merkezi’ne geçmeden önce Bahailiği kısaca tanıyalım:
            Bahailik 19. yüzyılda doğan,  dünya vatandaşlığı idealini savunan,  bütün dünyada 7 milyonun üzerinde inananı bulunan bir dindir.
            Bahailikte iki önemli kişilik vardır: Hz. Bab ve Hz. Bahaullah
            Hz. Bab (1819-1850): “Bab” kapı anlamına gelir.  Hz Bab’ın asıl adı Seyyid Ali Muhammed’dir.  1844'te yeni bir çağın başlayacağını ve yeni bir peygamberin geleceğini ilan etti. Yenilikçi ve köktenci fikirleri nedeniyle 1850'de Tebriz kentinde kurşuna dizildi. Hz. Bab, Bahailer tarafından bağımsız bir Tanrı elçisi ve Bahai dininin kurucusu Hz. Bahaullah’ın müjdecisi olarak kabul edilir. Bahai Dünya Merkezi’ndeki Hz. Bab’ın Makamı (Anıt Mezar) Hayfa’nın en çarpıcı yapılarından biridir ve Bahailik inancının en kutsal ikinci yeridir.
            Hz. Bahaullah (1817-1892): “Bahaullah” Allah’ın görkemi, nuru demektir.  Hz. Bahaullah’ın asıl adı Mirza Hüseyin Ali’dir. Bab'ın ölümünden sonra Babi'lere (Bab yanlıları)  önderlik etti ve Bab'ın gelişini müjdelediği kişinin kendisi olduğunu söyleyerek 21 Nisan 1863'te Bağdat'ta sürgünde iken peygamberliğini ilan etti.  1868'de, ailesi ve beraberindekilerle birlikte bu defa Akka Kalesi’ne sürgüne gönderildi. 1876'da Birinci Meşrutiyet'in ilanıyla birlikte zindandan kurtuldu.  Akka'da yaşamaya devam etti ve 1892'de orada öldü.  Bahai dininin kurucusudur. Hz. Bahaullah’ın Makamı Akka yakınındaki Behci’dedir ve Bahailik inancının en kutsal yeridir.
            Bahailik Birleşmiş Milletlerde temsil edilmekte ve siyasetin dışında kalarak sosyoekonomik projelere katkıda bulunmaya çalışmaktadır.
            Bahailikteki bazı öğretiler:
            Allah birdir.
            Tüm dinlerin temeli birdir.
            İnsanlık âlemi birdir.
            Din, bilim ve akıl ile uyum içinde olmalıdır.
            Irksal, dinsel, etnik bağnazlık terk edilmelidir.
            Kadın ve erkek eşittir.
            Genel barış için çalışılmalıdır.
            Eğitim zorunludur ve evrensel eğitim hedeflenmelidir.
            Serbest düşünce ile gerçek araştırılmalıdır.
            Aşırı zenginlik ve yoksulluk kaldırılmalıdır.
            Kutsal Kitaplar: Temel yasaları ve din kurallarını içeren Kitab-ı Akdesİkan Kitabı (Tevrat, İncil ve Kuran'daki bazı ayetlerin açıklamasını ve bazı ilahiyat konularını içeren bir kitap),  Saklı Sözler, Kurdun Oğlu Risalesi gibi kitaplardır. Bahailer, tüm dinlerin kutsal kitaplarının tek bir sistemin parçaları ve insanlığın ortak dinsel mirası olduklarına,  kutsallıklarını yitirmediklerine inanırlar.
            İbadet: Bahailikte dua, namaz ve oruç gibi yasalar vardır. Namaz,  bireysel yapılan bir tapınmadır ve toplu namaz yoktur. 2-21 Mart tarihleri arasında kutsal sayı 19'dan oluşan 1 Bahai ayı süresince oruç tutulur. Dua, namaz,  oruç bireyin kendi sorumluğundadır;  temel amacı yaşamı konusunda onu düşündürmek,  karakterini düzeltmesine yardım etmektir.
            Şimdi Bahai Dünya Merkezinin tanıtımına geçebiliriz.
            Bahai Dünya Merkezi bünyesinde Bab’ın Makamı, yönetim ve arşiv binaları ile bahçeler bulunmaktadır.


Bahai Dünya Merkezi ve Bahçeleri

            Bab’ın Makamı 1953’de yapıldı. Kubbesi 40 metre yüksekliğindedir. 14.000 adet altın kaplamalı tuğla ile örtülmüştür. Duvarları İtalyan mermerinden, sütunları granittendir.  Makam’ın,  dünyadaki en önemli dokuz dini temsil eden dokuz yan yüzü vardır.  Yönetim ve arşiv binalarının da aralarında bulunduğu birçok bina tarafından çevrelenmiştir.
            Makam’ı kuşatan bahçeler Bahai inancına göre tasarlanmış olup Kermil Dağı’nın yamaçlarıyla uyum içindedirler. Bahçeler yamaçlar boyunca 19 teras halinde uzanır. En üstte sekiz uçlu yıldızın bulunduğu Pers Bahçeleri yer alır. Taş merdivenler aşağıdaki nefes kesen Asma Bahçelere götürür.
            Bahçeler, merkezdeki Makam’dan dışarıya doğru yayılan dalgalar gibi,  iç içe dokuz daire biçiminde tasarlanmıştır. Buralarda çeşmelerin, çalılıkların ve geniş çim alanlarının yanında madenden ya da taştan yapılmış eserler de bulunur. Ana patika; renkli, bakımlı, doğal bitki örtüsü ile uyum içinde ve çevreyi şenlendirici bahçelerle iki yandan sarılmıştır. Buradaki bahçelere “Dünya’nın Sekizinci Harikası” da denmektedir. Bahçelerin güzelliği gündüz vakti ziyaretçilere bir dinginlik ve büyülenme duygusu vermektedir. Gece yapılan ışıklandırmalar ise romantik, sakin bir mekân yaratmaktadır.

Caesarea
            Akşama doğru Hayfa’dan ayrılarak 45 km uzaklıkta, Hayfa ile Tel Aviv’in tam ortasında, Akdeniz kıyısında bulunan Caesarea antik kentine doğru yola çıktık. Oraya vardığımızda güneş batmak üzereydi. Yüksek bir yere çıkıp yönümüzü denize doğru çevirerek güneşin batışını seyrettik. Daha sonra antik kenti dolaşmaya başladık.
            Caesarea antik kenti, bölgeye Romalılar egemenken Kral Herod tarafından MÖ 37-4 yılları arasında kurulmuştur. Roma imparatoru Augustus Caesar onuruna da Caesarea olarak adlandırılmıştır. Romalılar zamanında Judea eyaletinin, Bizanslılar zamanında Palaestina Prima eyaletinin başkenti olmuştur.  Bizans egemenliğinde iken (4. İla 6. yüzyıllar) refah düzeyi oldukça artmış, Hıristiyanlığın önemli bir merkezi ve Hıristiyan hacılar için Kutsal Topraklara açılan bir kapı haline gelmiştir. Bu dönemde kentteki Yahudi topluluğu da büyümüş ve ünlü bilginlerin ders verdiği din okulları açılmıştır.
            7. yüzyılda Müslümanlar tarafından alındıktan sonra Ceasarea’nın önemi azalmıştır. Kent 1101’de Haçlıların, bundan 86 yıl sonra Selahaddin Eyyubi’nin, 1191’de tekrar Haçlıların, 1265’de de Memlûkların eline geçmiştir. Memlûklar kenti almakla kalmamış, surlarını da yerle bir etmişlerdir. Daha sonra da kent terkedilmiştir.


Caesarea'da günbatımı ve Bosnalılardan kalma minare

            Abdülhamid Döneminde buraya Bosnalı Müslüman göçmen aileler yerleştirilmiştir. Ünlü Arkeolog Ordinaryüs Prof. Dr. Ekrem Akurgal bu ailelerden birinin çocuğu olarak 1911 yılında Caesarea antik kentinin bulunduğu yerdeki Tulkarem köyünde doğmuştur. Ailesi daha sonra İstanbul’a göçmüştür. Ekrem Akurgal o sırada 2 yaşında olduğu halde, babası, onun başkentte doğmuş görünmesini yeğlediği için, nüfus kütüğüne doğum yeri olarak “İstanbul” yazdırtmıştır.       
            Bugün antik kentin bulunduğu alan Ulusal Park ilan edilmiştir. Herod’un sarayı, Roma tiyatrosu, hipodrom, Bizans hamamı ile eski bir sinagog ziyarete açıktır. Roma devrinden kalma su kemerleri de görülmeye değer.

Yahudi Nikahı
            Caesarea antik kentinde gezerken bir de Yahudi nikâhına tanık olduk. Dört direk üzerine bez gerilerek yapılmış eğreti bir gölgeliğin altında, tanık ve konukların huzurunda bir haham dualar ederek nikâhı kıydı.
            İsrail’de doğum, evlenme, boşanma ve ölüm ile ilgili işlemlerde İsrail Başhahamlığı yetkilidir. Evlenmek isteyenler önce Ortodoks Yahudi yasalarının gereklerini yerine getirmek zorundadırlar. Ancak pek çok genç İsrailli bu süreci sadece zor değil, fakat aynı zamanda küçük düşürücü de bulmaktadır.  Nikâhtan önce belli niteliklere sahip bir tanığın evleneceklerin bekâr olduklarını bildirmesi, gelin adayının “mikve” diye bilinen arınma havuzuna girmesi, gelin ve damadın Yahudi ailelerden gelip gelmediklerinin anlaşılması için soruşturma yapılması gerekmektedir. Bu zorlu yolu göze almayan çiftler, Yahudi kurallarına göre evlilik için “kaşer”- yani uygun- görülmemektedir.
            Birçok engele karşın, İsrail sınırları dışında medeni nikâh kıydırarak evlenen çiftlerin sayısı her geçen gün artıyor. Bu işlem, çiftler İsrail’e döndükleri zaman geçerli bir evlilik olarak kabul ediliyor. Nikâh kıyma yetkisinin hahamlardan alınması için uğraşanların sayısı da gün geçtikçe artıyor.


Yahudi  nikâhı

Caesarea’dan ayrılarak doğruca gezimizin son durağı olan Tel Aviv’e gittik. Grand Beach Hotel’e kaydımızı yaptırıp akşam yemeğimizi yedikten sonra üç beş yüz metre uzaklıktaki limana doğru yürüdük. Liman civarı bar ve kafelerle doluydu. Birinde oturup bir şeyler içtik, sonra da otele gidip yattık.

ALTINCI GÜN
            O gün programımızda Eski Yafa ve Tel Aviv vardı. Önce Eski Yafa’ya gittik. Kentin taş evli, dar sokaklı mahallelerinde dolaştık, tepeye çıkıp HaPisga Bahçesi’ni gezdik, Eski Saray’ı gördük,  sonra limana indik, kıyı boyunca Tel Aviv yönüne doğru yürüdük, Bahr ya da Deniz Camisi’nin önünden geçtik, Mahmudiye Camisi’ne girip inceledik, oradan çıkıp az ötedeki Süleyman Paşa Sebili’nin önünde biraz eğlendik, daha sonra yolumuza devam ederek Bit Pazarı’na girdik, orada biraz vakit geçirdikten sonra Saat Kulesi’ne yürüdük, o civardaki  Yafa Çarşısı’nı, Yeni Saray’ı ve Kışla’yı da gördükten sonra yürümeyi sürdürerek ta tarihi Yafa Tren İstasyonu’na kadar indik. İstasyonda bir süre kaldıktan sonra otobüsle Tel Aviv’in  “Beyaz Kent” denilen kısımlarını dolaşarak sokak aralarına kurulan ünlü Carmel pazarına vardık. Pazarda alışveriş için bir iki saatimizi harcadıktan sonra da 19. yüzyılın sonunda Yafa surları dışında kurulan ilk Yahudi yerleşimi olan Neveh Tsedek semtini görmeye gittik.

Yafa
            Yafa 46.000 nüfuslu bir kenttir. Bunun üçte biri Arap, kalanı Yahudi’dir. 1948’deki İsrail Bağımsızlık Savaşı’ndan önce Yafa nüfusunun çoğunluğunu Araplar oluşturuyordu. Ancak Savaştan sonra bunların nerdeyse tamamı ya kaçtı ya da sürüldü. Şimdiki Arap nüfusun çoğu kente daha sonra gelip yerleşti.
            Yafa adının İbranice "güzel" veya "güzellik" anlamlarına gelen “yafah” ya da “yofi” sözcüklerinden türediği düşünülmektedir. Yafa adına ilk defa MÖ 1470 yılında Mısır firavunu III. Thutmose’un bölgeyi ele geçirmesini anlatan bir mektupta rastlanır.  Kente daha sonra sırasıyla İbraniler, Asurlular, Persler, Eski Yunanlılar, Romalılar, Bizanslılar, Araplar, Haçlılar, Eyyubiler, Memlûklar, Osmanlılar ve İngilizler egemen olur.
            Şimdiki Eski Yafa esas olarak Osmanlılar zamanında inşa edilmiştir. Evleri taştan ve sokakları dardır. Kent 19. yüzyılın ikinci yarısında oldukça gelişmiş, artan nüfus kent duvarlarının içine sığmaz olmuştur. O nedenle dönemin yetkilileri kent duvarlarının dışına da yerleşilmesine karar vermiş, ilk olarak da kışla, 1870 yılında, kentin kuzeydoğusunda yapılan yeni binasına taşınmıştır. Onu Yeni Hükümet Binası ve diğerleri izlemiştir.
            Yafa’daki başlıca Osmalı yapıları (Doç. Dr. Ahmet Ali Bayhan’dan alıntı- İsrail/Yafa'daki Osmanlı Mimari Eserleri Üzerine Gözlemler):
            Saat Kulesi, Yeni Saray ya da Yeni Hükümet Binası'nın da bulunduğu Sekinetü'd-Devle bölgesinde,  Yefet Caddesi'nde yani eski pazaryerinde bulunmaktadır. Yapı Sultan II. Abdülhamit'in tahta çıkışının yirmi beşinci yılı anısına 1901 senesinde inşa edilmiştir...”
            “Padişah II. Mahmud'a izafeten Mahmudiye Camii olarak da bilinen Yafa Ulu Camii, eski Yafa'nın kuzeydoğu bölümünde yer almaktadır Yafa'nın en büyük ve en önemli camisi olan yapı,  ikisi büyük, birisi küçük üç avlu etrafında düzenlenmiş bir yapı kompleksi halindedir. (…) 1812 yılında, Sultan II. Mahmud'un saltanatı zamanında,  Akka Valisi Süleyman Paşa'nın emri ile Gazze ve Yafa Valisi Emir Muhammed Ebu Nabbut  tarafından yaptırılmıştır…”
            Süleyman Paşa Sebili, Mahmudiye Camisi'nin güney duvarının doğu ucunda yer almaktadır. Surlar yıkılmazdan önce yapı tam Yafa Kapısı'nın önünde bulunmaktaydı. Şehre giriş çıkışta insanların su ihtiyacını karşılıyordu. (…) tepe noktasında, ters ve düz 'C' kıvrımlarıyla çerçevelenmiş oval biçimli bir madalyon içinde Sultan II. Mahmut'un tuğrasına yer verilmiştir…”
            “Eski Saray da denilen Eski Hükümet Binası, tepenin en üst noktasında çevreye hakim konumda yer almakta olup, eski Yafa'nın hala ayakta durabilen hacim bakımından en büyük mimari eseri olarak kabul edilir.  XVIII. yüzyılda bir haçlı binasının üzerine inşa edilmiş olan yapının XIX. yüzyılın başlarında Emir Muhammed Ebu Nabbut'un Yafa'daki imar faaliyetleri esnasında tamamlandığı sanılmaktadır. XIX. asır boyunca Hükümet Sarayı olarak kullanılan yapı, saray bölümü dışında, bir kışla ya da hapishane,  bir posta ofisi, bir hamam ve küçük bir mescitten ibarettir. 1870'de kışla şehrin kuzeydoğu tarafına taşınmıştır.  1897'de kışlanın karşısında Yeni Hükümet Binası yapılınca bu yapı Damiani ailesinin sahipliğinde sabun fabrikası olarak kullanılmaya başlanmıştır. 1948 savaşından 1961'e kadar da başka fabrikalara ev sahipliği yapan Eski Hükümet Binası, bundan sonra Tel Aviv-Yafa Eski Eserler Müzesi olarak faaliyet göstermeye başlamıştır…”
            “Yeni Saray (Yeni Hükümet Binası),  Saat Kulesi'nin de bulunduğu Yefet Caddesi'nde bulunmaktadır. Eski Yafa'yı kuşatan surların dışında, büyük bir çarşı, kışla ve Mahmudiye Camisi'ni içine alan Sekinetü'd-Devle denilen bölgede 1897 yılında yapılmıştır…”
            “Eskiden beri Yafa'nın bir liman kenti olması sebebiyle alış verişin yapıldığı pazaryerinde bir caddenin iki yanına sıralanan dükkânlardan oluşan özellikleriyle Çarşı, inşa edildiği devrin (XIX yy. sonu-XX. yy. başı) kent dokusuna uygun bir yapı sergilemektedir. Önceden kentin etrafını kuşatan surlara bitişik bir alanda, eski kentin ana kapısının hemen önünde inşa edilmesiyle Türk kentlerindeki çarşılarla paralellik yansıtan Yafa Çarşısı, basık ve sivri kemerli dükkân sıraları, üçgen alınlıklı dikdörtgen şekilli ve yuvarlak kemerli pencereli cepheleri ile geç Osmanlı sanatının mimari yapısını yansıtmaktadır.”
            Yafa Tren İstasyonu, Yafa-Kudüs demiryolu hattı peyderpey devreye sokulduğu için,  Kudüs Tren İstasyonu'ndan aşağı yukarı bir sene önce, 1891’de hizmete açılmıştır. 1948’de, İsrail bağımsızlığını ilan ettikten hemen sonra, demiryolu hizmetleri Tel Aviv’deki başka bir istasyona kaydırıldığı için Yafa İstasyonu kapatılmıştır. Uzun zaman kendi haline bırakıldıktan sonra yenilenmiş ve 2009’da "HaTachana" (İstasyon) adlı bir dinlence ve eğlence mekânı olarak yeniden işletilmeye başlanmıştır.


Tarihi Yafa Tren İstasyonu

Hac Yolları
            Yafa geçmişte hem Müslümanlık hem Hıristiyanlık ve hem de Yahudilik için önemli bir kent olmuştur. Buraya gemilerle gelen hacılar önceleri kervanla, demiryolu hattının 1892’de tamamlanmasından sonra da trenle Kudüs’e geçmişlerdir. Kervanla iki gün süren Yafa-Kudüs yolculuğu, trenle 3,5-4 saate inmiştir.
            Gezi Grubumuzun önderi Prof. Dr. Aykut Mısırlıgil’den edindiğim bilgiye göre, Hicaz Demiryolu (yapımı 1900-1908) devreye girmeden önce Türk hacıların izlediği biri deniz yolu, diğeri kara yolu olmak üzere iki yol varmış. Bu yolların ana durakları şöyle:
            Deniz yolu: İstanbul-Yafa-Kudüs-Amman-Cidde-Mekke-Medine
            Kara yolu: Diyarbakır-Urfa-Halep-Şam-Amman-Cidde-Mekke-Medine
            Karadan hacca gitmek için Diyarbakır’a gelenler Deliller Hanı’na uğrayıp orada hem yatarlar hem de kendilerine rehber tutarlarmış. “Delil” rehber anlamına geliyormuş.

Mustafa Kemal Yafa’da
            Yafa’nın Mustafa Kemal’in yaşamında da yeri vardır. Mustafa Kemal, 1906’da Şam’da Vatan ve Hürriyet Cemiyeti adında gizli bir örgüt kurar. Cemiyeti genişletmek için değişik askeri sınıflarda staj yapmak bahanesiyle Berat, Yafa ve Kudüs'e gider ve oralarda örgütlenme çalışmalarını yürütür.  Ancak umduğunu tam olarak bulamaz ve 2,5-3 yıl kadar kaldığı Suriye’den Makedonya'ya atanmasını ister.  Sonunda bu isteği olur ve Eylül 1907’de Selanik’teki Üçüncü Ordu emrine verilir.


Mustafa Kemal Yafa'da Alay Komutanı ve subay arkadaşlarıyla

Tel Aviv
            Tel Aviv 500.000’e yaklaşan nüfusuyla İsrail’in ikinci büyük kentidir.
            1909’da Yafalı bir grup Yahudi kentin dar ve kalabalık sokaklarını terk etmeye karar verdiler.  Yafa’nın kuzeyindeki kum tepelerinin bulunduğu yerde bir arazi parçası satın alarak 60 evden oluşan bir mahalle kurdular, adını da “Akhuzat Bayit“ koydular. 1910’da bu adı Tel Aviv (Bahar Tepesi) olarak değiştirdiler. 1921 ve 1929’daki Arap isyanları Yahudilerin güvenlik nedeniyle Yafa’yı bırakıp Tel Aviv’e gitmelerine neden oldu. Bu ve Avrupa’dan gelen göçmenler Tel Aviv’i hızla büyüttü.  Öyle ki, bir zaman sonra Yafa onun yanında köy gibi kaldı. Tel Aviv aynı zamanda Filistin’de yaşayan Yahudilerin, yani Yishuv’un da merkezi oldu. 1934’de kent statüsü kazandı. 1950’de Yafa ve Tel Aviv birleşerek, tek bir kent haline geldi. David Ben Gurion İsrail Devleti’nin bağımsızlığını 14 Mayıs 1948’de Tel Aviv’de ilan etti.
            Aslında Yafa’nın dışında kurulan ilk Yahudi Mahallesi Tel Aviv’in çekirdeğini oluşturan Akhuzat Bayit Mahallesi değildir. Ondan 22 yıl önce 1887’de onun batı tarafında kurulan Neveh Tsedek Mahallesi’dir. 1900’lerin başında burada birçok ünlü yazar ve sanatçı yaşadı. Bunların en ünlüleri, İbranice yazan ilk yazar olarak 1966 yılında Nobel ödülü alan Shmuel Yosef Agnon ile ressam, heykeltıraş ve mozaik sanatçısı Nachum Gutman’dır.  Bu mahalle 1980’li ve 1990’lı yıllarda yenilendi ve birçok orijinal binayı barındıran renkli ve hoş bir mahalle haline geldi.  Neveh Tsedek’te açılan ilk eğitim merkezi olma niteliği taşıyan ve eğitim dili İbranice olan Yechiely Kız Okulunun 1908’de yapılan binası da 1989’da restore edilerek bugünkü Suzanne Dellal Dans ve Tiyatro Merkezine dönüştürüldü.
            20. yüzyılın ilk yarısında göçler nedeniyle nüfusun hızlı bir biçimde artması Tel Aviv’de acil konut gereksinimine yol açtı. Göçmenler arasında çok sayıda Alman mimarın oluşu, değişik akımlardan etkilenilse de, bina yapımında Bauhaus tarzının daha ağır basması sonucunu doğurdu. Dolayısıyla iklimsel özellikler ve işlevsellik dikkate alınarak beyaz ve pastel tonlarda cepheler, küçük pencereler, geometrik şekiller, akşam saatlerinde herkesi alabilecek balkonlar ve teraslar, sütunlar üzerinde yükselen binalar tasarlandı. Her şey Akdeniz’in sıcağından korunmak, ışığı yansıtmak, serinleyebilmek üzerine kuruldu. Bugün Bauhaus tarzının en güzel örnekleri Rothschild, Dizengoff ve Bialik caddelerinde bulunmaktadır. Cephelerde kullanılan renkler nedeniyle bu tarz binaların bulunduğu bölgeye “Beyaz Kent” denmektedir. 4.000 kadar binayı barındıran “Beyaz Kent” Ulusal Park ilan edilmiş ve UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası Listesi’ne alınmıştır.
            Tel Aviv günümüzde önemli bir iş ve ticaret merkezidir. Kentte Carmel, HaTikva ve Levinsky pazarları gibi renkli ve canlı pazarlar; Dizengoff ve Azrieli gibi modern alışveriş merkezleri;  ileri teknoloji şirketleri, emlak acenteleri ve borsa bulunur. Ayrıca uluslararası toplantı, sergi ve konferanslar için aranan bir merkezidir.
            Tel Aviv Kudüs’e göre çok daha seküler bir kenttir. Hatta ona “günahkârların kenti” de deniliyor. Orada her yıl haziran ayında uluslararası eşcinseller haftası düzenleniyor.
            Yahudilikte resim ve heykel yasak olduğundan,  Avrupa kentlerinden farklı olarak İsrail kentlerinde pek heykele rastlanmıyor. Rastlanan tek tük heykel de daha çok soyut heykeller.


Ön planda Yafa, arka planda Tel Aviv

YEDİNCİ GÜN
            İsrail’deki son günümüz. Sabah erkenden kalktık. Valizlerimizi hazırladıktan sonra kahvaltı için yemek salonuna indik. Koca yemekhanede sadece bir iki görevli vardı. O nedenle bazı hizmetler yavaştı. Nedeni, o günün Yahudilerin “şabat”,  yani dinlenme günü olmasıydı.
            Şabat, cuma günü güneş batınca başlar, cumartesi günü güneş batıncaya kadar devam eder. Cuma akşamları akraba ya da komşularla şabat yemeği yenir. İnsanlar “şabat şelom” (şabatınız kutlu olsun) diye birbirlerinin şabatını kutlarlar.
            Yahudiler Tanrı’nın dünyayı 6 günde yarattığına, 7. gün ise dinlendiğine, şabatın kendilerine Tanrı’nın bir armağanı olduğuna inanırlar. Onlara göre şabat kutsal bir gündür ve o gün çalışmak kesinlikle yasaktır. Biraz tuhaf gelebilir, ama dini metinlerde şabatta çalışanların öldürülmesi gerektiği bile söylenmektedir. Şabatta dinlenilir, Tevrat okunur ya da sinagoga gidilerek dua edilir. Ateş ve elektrik yakılmaz, bundan dolayı yenecek yemekler bir gün önceden hazırlanır. Araç gerecin düğmesine bile basılmaz. Elektrik düğmesine basmamak için elektriği bir gün önceden açık bırakanlar olur. Kaldığımız oteldeki üç asansörden birinin yan tarafına üzerinde “shabbat elevator” (şabat asansörü) yazısı bulunan bir kâğıt tutturulmuştu. Şabat asansörü otomatik olarak her katta duracak ve kapısı da kendiliğinden açılacak biçimde ayarlanmıştı. Böylece asansörü kullanan dindar Yahudiler düğmeye basmak zorunda kalmayacaklardı.
            Ruki’den öğrendiğime göre, İsrail’de Yahudi ve Müslümanlar için hafta sonu tatili cuma ve cumartesi, Hıristiyanlar için cuma ve pazardır. Hiçbir Yahudi cumartesi çalışmaya zorlanamaz. Cumartesi çalışanlara da fazla ücret ödenir.
***
            Kahvaltıdan sonra valizlerimizi aşağı indirdik. Ortalıkta bir görevliye rastlayamadığımız için onları otobüse kadar kendimiz götürdük ve yükledik, sonra da geldiğimiz yollardan Türkiye’ye döndük.


1 yorum:

  1. Elinize kolunuza sağlık. 15- -20 gün kadar önce ben de bir tur'a katıldım. Tıpkı sizinki gibi bir yazı hazırlamak istediğimde, elimdeki notlar ve resimlerle, İnternet'de araştırma yaparken sizin yazınıza rastladım. Çok güzel aydınlatıcı bir yazı olmuş. Kanaatimce biraz daha fazla resim koysaydınız daha iyi olurdu diye düşünüyorum. Ama tabi benim düşüncem. Tekrar teşekkürler.

    YanıtlaSil